Ben yerimde rahat duramayan birisiyimdir bilirsin. Bu nedenle Blog'umu taşıdım. Yeni adresim http://noktasizvirgul.wordpress.com bilmiyorum sen bu konuda ne düşünürsün ama bence bu taşınma işlemi benim daha rahat yazı yazmamı ve yazdıklarıma daha rahat ulaşabilmemi sağlayacak. Senin yorumunu merakla bekliyorum. Sevgili dostun N.v...
Friday, October 27, 2006
Friday, October 20, 2006
Sunday, October 15, 2006
Friday, October 13, 2006
Dostlarım Sarmış Dört Bir Yanımı...
Odanın ışığını kapalı unutmuşum yine, aydınlık ellerinde.(1) Üstün insan olmaya çalışmayı bırakalı çok oldu. (2)Korkmuyorum artık bir şeyleri unutmaktan veya unutulmaktan.(3) Hem adım da Üstün değil zira, çocuğumun adı da üstün olmayacak.(4) Müstahak görmek birilerine bir şeyleri bana yakışmaz zaten.(5) İnsan bazı şeyleri müstahak görür, bazı şeyleri kendine hak görür, bazı şeyleriyse hey hak görür ama anlamaz.(6) Hak sözcüğüyle ilk kez Mehmet Akif tanıştırdı beni ki O da her şeyi görürmüş öyle diyorlar.(7) Işığı kapalı unutmuşum odada yaşarken kendi başıma.(8) Gölgeler görüyorum odanın içinde.(9) Karanlıkta gölge nasıl görülür diye sorarsanız, gerçi soran olmaz gereksiz oldu bu cümle.(10) Karanlık bir kafanın içinde düşünceler duyguların gölgesidir aslında.(11) Onlardan daha karanlık, daha boş ama daha ilgi çekicidir.(12) Onun adı Armağan’dı, kendi içimde onu hediyeden sayardım ben,(13) ama daha önce hediye vermemiş bir sevgilin hediye alması zordur biraz, bilhassa erkekse.(14) Çok karanlık oldu artık içim bunalıyor.(15) Yalnızlık sıkıcıdır eğer “İstemeden oldu” demez ise birileri.(16) Ki sesler aslında yalnız değildir ama yalnızlık büyün seslerin niteliğini değiştirir.(17) Nitelik kelimesiyle de Türkçe dersinin Sıfatlar ünitesinde tanışmıştım ilk defa.(18) Tanışmak zaten ilk defa olur demeyin, zaten kimse demez, gereksiz oldu bu cümle.(19) Karanlıkta kalmayı yeğlerim aydınlatan senin gözlerin olmadıkça(21) gibisinden romantik bir söz de yazabilirdim buraya ama odamın karanlığını bir arabanın farları bozdu tam şu anda.(22) Sessizliği de bozdu hani şu yalnızlık tarafından zaten bozulmuş sesleri arabanın sesi.(23) Gürültüyü sevmem der her insan ama insan gürültü yapmadan alkışlayamaz kendini bile.(24) Alkışlamak hiçbir zaman bir desteklemek türü olmamıştır bana göre.(25) Altında bir eleştirir sezerim her zaman.(26) Aslında ayakta alkışlayacaksa alkışlayabilirsin, ama ne olur gürültü yapma.(27) “Bu gün kaderimizin efendisi olduğumuza,(28) bize verilen görevin gücümüzü aşmadığına ve onun ıstırap ve zahmetlerinin benim dayanıklılığımın ötesinde olmadığına eminim.(29) Kendi nedenimize inandığımız ve kazanmak için yenilmez bir iradeye sahip olduğumuz sürece zafer bize uzak olmayacaktır(30)” demiş Winston Churchill.(31) İyi güzel demiş de, ilk cümledeki peş peşe gelmiş iki tane “ve“ bağlacı rahatsız ediyor insanı okurken,(32) bir dil bilgisi hatası varmış gibi hissediyorsun.(33) Bir önceki cümledeki tüm terimleri de Türkçe dersinden öğrendim aslında.(34) Ayrıca bu adamın adı ne zaman geçse adamı bir sigara markasının sahibi zannediyorum.(35) Offf güzel şimşekler çakıyor, keşke görebilsem.(36) Bir saniye, belki de yıldırımdı o, nerden anladın diye soracak olursanız,(37) ama zaten kimse sormaz,(38) saçma oldu bu cümle. Birisi ağaçların oraya saklanıyor, nerden bildin diye sorarsanız,(39) (ki soran olur bu soruyu) acele sesli yaprak hışırtıları duyuyorum yavaştan.(40) Gerçi rüzgârdan oluyor da olabilir.(41) Rüzgâr, bir şeyi oradan oraya fırlatan hava şeysidir aslında ama sıcak hava ile soğuk havanın yükselip alçalarak yer değiştirmesi şeklinde de tanımlanabilir.(42) Bu bilgileri nasıl edindiğimi ise size söyleyemem Bezgin Bekir kızar.(43) Bezgin Bekir ile Bezgin Tekir Garfield aslında çok iyi uyuşabilirler birbirleriyle.(44) Bak yine oldu, ne zaman uyuşmak kelimesi aklıma gelse, ”anahtar kilit teoremi” aklımı karıştırmaya başlar.(45) Nasıl olsa daha zamanımız var, hadi size bu teoremi biraz açıklayayım.(46) Açıklamayayım mı? Peki.(47) Hazır uyuşmaktan girmişken ayağımın tabanının uyuşmasını çok seviyorum,(48) hava tabanlı basketbol ayakkabısı giymiş gibi hissediyorum kendimi.(49) Hem uyuşmanın bu kadar çok geçmesi bir yazıda sakıncalı bence,(50) uyuşturucuya ilgi çektiği için RTÜK beni kapatabilir.(51) İyi, tamam kapattım konuyu.(52) İnsanın aşkı iki kez yaşaması kendine ihanet etmesidir bence.(53) Nasıl çaktırmadan değiştirdim ama değil mi konuyu,(54) hepinizin ilgisini çekti.(55) Gürültüsüzce alkışlıyorum kendimi.(56) İnsanın aşkı iki kez yaşaması kendine ihanet etmesidir bence.(57) Nasıl bir sevgiliniz varken diğer sevilinizle öbürküleriyle birlikte o bir sevgiliye ihanet ediyorsanız,(58) bu durumda da iki kez aşk yaşıyorsunuz(59) ve kendinize ihanet ediyorsunuz.(60) “Ama sen odamın hayaletisin; Sessizliğine aşığım...“(61) Hem zaten artık herkes saklanmıştır,(62) 100 ü tamamlamama gerek yok bitirebilirim.(99) Hadi dirseğin iç köşesi kendine iyi bak. (100) Önüm arkam sağım solum sobe, saklanmayan ebe!
Saturday, September 30, 2006
Tuesday, September 26, 2006
Prologue to my Perspective - Gülay Acar
There is a fear of death in the but olso renunciation.For them life is more meaningful because they fight for a reasonWar is a kind of ceremony of blood. War is like a drug; the closer to war you are, the closer to war you are, the moreyou are adicted to living that meaning ful life. There is always a fear of death, but there is no fear when you hear thenoise of a bomb close to you. But there is fear before and after the bombs.
Monday, September 25, 2006
Schopenhauer - Nietzsche - N.v...
Hristiyanlığı hayatı baltalayan insanın boyutlarını küçülten bir yaşama yolu sayar "Hristiyanlık, hayatın en korkulası sayrılığıdır" der. Yaşamın hızını kesen, yükselişini engelleyen her şeye "hayır"; yaşamayı hızlandıran, yükselten her şeye "evet". Yanlış aldanış yaşamın gelişmesine yardım ediyor mu -ü onlara da "evet". ; kötü sayılan şeyler, örneğin sertlik, amansızlık, kavgacılık, kişinin canlılığını arttırıyor mu, onlara da "evet" . "Ama"
Wednesday, September 20, 2006
Monday, September 18, 2006
Gibidir... En çok yağmurun altında yürürken Seviyor olmaya rağmen seni Gelmeyeceğini bile bile Camın altında seni beklemek gibidir, Seni sevmek...
Saturday, September 02, 2006
Friday, September 01, 2006
Tahir ile annesi pazardan dönüyordu. Tahir annesi fazla yük taşımasın diye, taşıyamayacağı kadar poşeti kendine almıştı. Sürekli durup dinlenmeleri gerekiyordu. Zaten Tahir oldu olası sevmezdi parmaklarında kesik olmasını. Küçükken bir oyuncağının naylon ipini çekerken elini çok feci bir şekilde kesmişti. O günden beri çok dikkatliydi ip kesmelerine karşı. Yol ayrımının köşesinde, yolunda dolu olması bahanesiyle bir kez daha poşetleri yere bırakmışlardı. Köşeyi hızla dönen bir kamyonun sıçrattığı çamurlu sular yüzünden Tahir’in en sevdiği pantolonun dizaltı kısmı ıslanmış ve çamur olmuştu. Çok sinirlenmişti Tahir. Annesinin suratında sinirden bir iz göremiyordu. Handan Hanım ise kamyonun kesinlikle bilerek yapmadığını biliyordu, bir acele sonucu virajı hızla almış ve su sıçratmış olduğunu varsayıyordu. Çocuğunun gözlerindeki bu gereksiz sinire mânâ veremedi. Biraz daha ilerde o hüzünlü park vardı. Tahir bu kez yine aynı yere bakmayı ve aynı hisleri yaşayıp yaşamayacağını denemeyi planlıyordu. ‘ Bu park ne kadar güzelleşmiş, biz çocukken bu kadar büyük değildi ağaçlar. Topu topu iki kaydırak, iki de salıncak vardı. Sürekli kuyruk olurduk kaydırağın tırmanma merdiveninde ’ diye geçirdi içinden gülümseyerek. Annesi de onunla birlikte yapma derenin üstündeki köprünün etrafındaki meydana döndü. İkisi birden, biraz utanç, biraz çekingenlik ile hemen önlerine dönüp adımlarını hızlandırdılar. Handan Hanım ‘ bu yağmurda, burada, bu şekilde’ dedi kendi kendine. Bu gençler romantizmin içine erotizm katıyordu ona göre. Tahir’e sorarsanız çok güzel bir sahneydi biraz önceki. ‘ Ahhh’ diye iç geçirdi. Tahir’in de sevgilileri olmuştu zamanında. Hem de öyle zar zor birilerini seven türden değildi, bu yüzden olsa gerek arkadaşları ona “Şıpsevdi” lakabını takmışlardı. Yılda en az 6 kıza aşık oluyor ve bunlardan en az 4’ünü ikna ediyor ve sevgili oluyorlardı. Son yıllarda toplumun da yavaş yavaş kültür çelişkilerini tam olarak benimsemesiyle bir erkeğin bir kızla çıkması durumu ‘erkeğin ikna kabiliyeti’ne bağlanıyordu. Ayrılma süreleri ise kızın sıkılma süresine... Kendisini romantik biri olarak düşünmüştü hep Tahir; ama hiçbir zaman kız arkadaşıyla yağmur altını bir kenara koyun, soğuk havada bile buluşmazdı. ‘ Demek ki romantizm, biraz da üşümekle geliyor ’ diye düşündü içinden ve gülümsedi geleceğe dönük planlar yaparak. Yavaşça “Balıklı Bina”ya yaklaşıyorlardı. Binanın elbette bir adı vardı ama Tahir üstündeki şekillerden ötürü binaya bu adı takmıştı. Son dönemlerde 2. katın soldan 2. penceresinde bir kızı görür olmuştu ne zaman o binanın önünden geçseler. Kızı tanımıyordu ama hoşlanmaya başlamıştı oradan geçerken kıza bakmaya. Hem kız da bakıyordu ona, her erkek gibi o da kendini o dakikada daha da bir yakışıklı, daha da bir çekici hayal ediyordu. Yavaşça gözlerini kaldırdı, evet kız yine oradaydı. ‘ Ne kadar güzel saçları var’ diye geçirdi içinden. Birden yüzünün şekli değişti Tahir’in, kız ona doğru bakmıyor pencereden sarkmış endişe ile onların arkadaşın bakıyordu. Handan Hanım ve oğlu arkalarından gelen bir ağlama sesi ile irkildiler. İkisi de arkasını döndü, gelen çocuk biraz önce parkta öpüşen erkek çocuktu. Koşarak Balıklı Bina’ya yaklaştı, binanın kapısından girmesi ile kızın camdan içeri şaşkınlık ile kaçmasının aynı zamanda olması Tahir’in dikkatinden kaçmamıştı. Handan Hanım biraz duraksadı, sonra turşu yedikten sonraki ağzımızda oluşan tat sebebiyle yüzümüze yerleşen mutluluk benzeri bir gülümsemeyle yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Tahir ağlayan çocuğun 2. katın soldan 2. penceresini kapatıp, uzun uzun gökyüzüne baktığını gördü. Çocuk perdeyi kapadı. Tahir koşarak annesine yetişti, zaten yeterince ıslanmışlardı. Bu sırada sonbahar olağanca gücüyle kapıyı çalıyordu.
not: 18. Sonbaharım herkese hayırlar getirsin.
Thursday, August 31, 2006
Baktığımda Gördüm Yeni Tanıştığımızı... Yavaşça ve adımlarıma dikkat ederek girdim tuvalete. Aslında herhangi bir ihtiyacım olmadığı halde, kendime çeki düzen vermek için gelmiştim. Aynaya baktığımda her zamanki manzara vardı karşımda, düşünmekle pek işi olmayan sadece gününü yaşayan bir insana benzetiyordum kendimi ne zaman aynaya baksam. Ellerimi yıkamak için lavaboya yaklaştım ve suyu açtım, elimi sabuna doğru uzatırken suyu önce açmamın ne kadar müsriflik olduğunu fark ettim. Bazen saçma hareketi yapmayı bitirmeden önce onun saçma olduğunu fark ediyordum ama hiçbir zaman geri dönmüyor hareketimi tamamlıyordum. Modern otellerin modernleşme göstergesi gibi kullandıkları sıvı sabun zımbırtısının düğmesine bastım. Sabun çıkmamıştı, içimden ‘Buyurun size modernlik’ diye geçirdim. Bulunduğum yerden işlerimi bitirmeyi sevdiğim için ayaklarımın pozisyonunu bozmadan yan lavabonun sabunluğuna uzandım ve oradan aldım bir iki damla. Bu garip vücut pozisyonundayken meşgul ettiği lavabo için sırada bekleyen adamın yüz ifadesini gördüm aniden. Boyacı Hilmi Ağabey’in çocuğu’nun gol attıktan sonraki yüz ifadesine benziyordu. Ellerimi yıkarken adamın boş boş beklediği halde neden o kadar mutlu göründüğüne anlam vermeye çalıştım, ancak olmadı. Dışarıdaki gürültülü fırtına, yavaş yavaş sakinleşiyordu. Koskoca 5 yıldızlı otelin koridorunda yürürken kalebodurların çizgilerine basmamaya çalışıyordum. Yürüyüş şeklimden vazgeçmeden içimden ’25 yaşına geldin halen çocuksu davranışların var’ diye geçirdim. Masaya baktığımda, aynadaki görüntüme yakışmayacak kadar güzel bir insan oturuyordu karşımda. Sandalyeyi geriye doğru çekerken gıcırtı çıkarmamaya özen gösterdim. Aslında sürterek çekildiğinde çıkan sesi severdim ama toplumun kazandırdığı tecrübeler bu hareketin yakışık almayacağını öğretmişti bana. Yavaşça sandalyeye oturdum, karşımdaki güzelliğin gözlerine bakıyor ve gülümsüyordum. Zaten böyle birine baktığınızda içinizde ılık bir duygu oluştuğu için gülümsemeden edemezsiniz. Sandalyeyi çekerken ses çıkarmama gayretimi tekrarlıyorum. İşte sevdiğimiz yağmur, masanın yanındaki pencerenin camlarına kırbaç gibi vuruyor. Hafifçe geriye yaslanıyorum. Boynunun sol yanına bakıyorum, ne kadar da güzel. Nasıl kırılgan ve anne sevecenliği taşıyan bir boynun var. Gözlerimle öpüyorum boynunun sol yanını... Yüzün hep böyle miydi? Dudakların çocukça neşeli görünüyor. Oysa bana hep kederli gelirdi gözlerin ve dudakların... Belki de söylediklerindendir. - Artık kalksak iyi olacak sanırım. - Sen nasıl istersen. Hiçbir zaman birbirimize sevgi sözcükleri ile yaklaşmamıştık, ama her zaman aramızda çok yoğun bir sevgi olduğunu hissetmiştim. Önceki cümleni düşünmeye başlıyorum garsondan hesabı isterken. Garson çocuk masayı toplarken çatalı senin kucağına düşürüyor. Yüzünde ne bir sinirlenme, ne de garsona bir sitem var. Doğal bir şekilde karşılıyorsun. Apayrı bir şekilde yüzüne işlenmiş mutluluk senin bir parçandı sanki artık. Bundan önce görmüyor muydu gözlerim, tanımıyor muydum seni anlayamıyorum. Ya sen değiştin bu gün, yada ben görmek ile bakmanın farkına vardım. Şu sevilmeyen Tofaş modellerinden bir taksi önündeki fiyakalı arabanın tamponuna çarpıyor. Sen hep kendinden bu kadar emin miydin? Bu kadar tereddütsüz bu kadar şüphesiz bu kadar güzel mi bakardı hep gözlerin. Yoldan gözümü ayırdığım her saniye gözlerine ulaşabilmek için yarışıyorum kendimle. Ben gözlerimi yola dikkatle veriyorum, sen halen bana bakıyorsun. ‘Biliyorum’ diyorum kendime içimden, ‘burnum çok çirkin, özellikle profilden bakıldığında’. Sana cevap veriyormuş edasıyla devam ediyorum ‘yüz hatlarım da o kadar şekilli değildir aslında’. Fiyakalı arabanın içindeki havalı görünümlü adam küfrediyor, taksici bozuluyor. Elbiselerimizi değiştirmeden salona geçiyoruz. Yan yana oturuyoruz. Kendimi ilk kez sevgilisiyle baş başa kalmış ergenler gibi hissediyorum. Gözlerin önce yüzümü, sonra ellerimi okşuyor. ‘Ellerimin hep güzel olduğu söylenir’ diyorum içimden sana, ‘ama ben hiç beğenmem’. Utanıyorum, hafifçe uzaklaştırıyorum ellerimi. Kapıdan çok sevdiğimiz kedimiz geliyor miyavlayarak. Gözlerine bakıyorum tekrardan uzun uzun, gözbebeklerin titriyor. Bir şeyler söylemeye çalışıyorum daha ne söyleyeceğimi düşünmeden. Parmağınla susturuyorsun. “Şşşt” diyorsun. “Bakmaktan vazgeçme ne olursun, konuşma! Bak, birbirimizi yeni tanıyor gibiyiz.” Kedi ortamıza çıkıyor, ikimiz birlikte okşuyoruz. Üşümüş.
Hebe Hübe Lim Lüm...
Sadede gelelim; vakit kaybetmeyelim. Örtülü ve açık mesajların gereğini yerine getirelim.
Sayın Demirel’i yeniden cumhurbaşkanı seçelim; ardından bir kere daha, beş kere daha, yüz kere daha cumhurbaşkanı seçilmesini sağlayacak anayasa değişiklikleri yapalım. Adını yetmiş beş üniversiteye, 2500 sokağa, onyüzbin stadyum, okul ve belediye parkına verelim.
Üstüne bir de “Demirel’i koruma kanunu” çıkaralım. Paralarda, pullardaki Atatürk resimlerinin yanına “hazret”in de resmini koyalım.
Başını örterek okumak isteyen kızlar Arabistan’a, erkek öğrenciler Sudan ve Pakistan’a gitsinler. Kamu alanlarında başörtüsüyle bulunmak isteyen ev kadınları da Hindistan’a Patagonya’ya, Pasifik Muz Cumhuriyetlerinden birini seçsin.
RTÜK’ü TRT’ye, TRT’yi, DDY’ye, DDY’yi Jandarma Genel Komutanlığı’na; Milli Eğitim Bakanlığı’nı YÖK’e, YÖK’ü ise TSK’ye bağlayalım. Yargı zaten bağımsız olduğu için onu olduğu gibi bırakalım.
Seçim kanunlarını değiştirelim; her ipini kıran oy kullanmaya kalkışmasın, seçmen kimliği kazanmak için YÖK yeni bir sınav işkencesi icad etsin, 100 üzerinden 60 alamayan vatandaş sayılmasın. Sınavda Milli Mücadeleye yardımcı cemiyetler, medeni hukuk, anayasa ve Recep Peker’in İnkılap Tarihimiz isimli eserinden sorular olsun.
CHP, seçim sonuçları her ne ise farketmez hep iktidarda olsun; Baykal hep başbakan olarak kalsın, Demirel zaten köşkte! Kekâ!
Rejime zararlı olabilecek zihniyetteki sözde vatandaşları fişleme işini bizzat yürütmekten vazgeçerek uluslararası nitelikteki Google, NSA veya Microsoft gibi firmalara ihale edelim çünkü biz beceremiyoruz zaten. Zararlı olduğu kesinleşen vatandaşları da Titan füzelerinin kuyruğuna bağlayıp uzaya yollayalım.
Şu yarım kalan aydınlanma devrimini de bir ara el atıp tamamlayalım; sokak lambaları değiştirilsin, daha kuvvetli ampüller takılsın. Meydanlar, parklar, tarihi binalar ışıl ışıl olsun. Lazer projektörleri ithal edelim, yukarıdan birkaç uydu kiralayıp Türkiye’yi geceleri de uzaydan aydınlatalım!
Danimarka’nın etini çimdikleyelim, Avrupa Birliği’ni dövelim; Bush’a kafa atalım!
Bütün köylere birer piyano dağıtalım; ihtiyar heyetlerini Mozart’ın partizisyonlarından imtihana çekelim, başaramayanı köy çeşmesinde ıslatıp ıslatıp dövelim; dinci gazeteleri kapatıp çalışanlarını İran’a yollayalım; kimsenin okumadığı Resmî Gazeteyi de kapatıp bilumum resmi ilan, kanun, tüzük, yönetmelik gibi şeyleri sütun santimi onbinmilyon liradan Cumhuriyet’e verelim; bakalım yine tersten manşet çekerler mi?
Yatırımları artırıp israfı önleyelim; kahveleri kapatıp fabrikalar açalım (Rahmetli Cemal Gürsel’in projesiydi ve o güne kadar bunu kimse akledememişti!), Sümerbank mağazalarını yeniden hizmete sokalım. Köy enstitülerini ihya edelim. Şehirli çocuklarına, köy enstitülerinde 2 sene staj yaptırmadan diploma vermeyelim. Halkevlerini diriltelim, Kur’an kurslarını, İmam-Hatipleri, İlahiyatları kapatalım.
Yol vergisi koyalım, mızıkçılık eden işadamlarına dayayalım Varlık vergisini akılları başlarına gelsin.
Yurdun her yanını ağaçlandıralım; tembellik edenleri döve döve fabrikalarda çalıştıralım. Dişlerimizi yemekten sonraları mutlaka fırçalayıp altı ayda bir doktor kontrolünden geçmeyi ihmal etmeyelim. Alışveriş ederken etiketlere dikkat edelim.
Tanımadığımız amcalarla konuşmayalım, terli terli soğuk su içmeyelim.
Hebe hübe, lim, lım, lum, lüm...
Konuk Yazar: Yusuf Ziya Kavak
Saturday, August 26, 2006
Onu bir gün terk edeceğim...
İlk tanıştığımızda ben 14 yaşındaydım. O ise benden oldukça büyüktü. Kendi içimde sürekli tartışmalar yaşıyordum; çünkü bana göre bir birliktelik başlayacaksa bunun ucunda “sonsuza dek” kelimesinin bulunması gerekirdi. Ancak kendi geleceğime dair planlarım onu hayatıma dahil edebilmeme izin vermiyordu. Hem onun hayatına giren ilk kız değildim, sonuncusu olmayacağım da su götürmez bir gerçekti.
Başlarda sadece dostlarımla paylaştım bu görünürdeki küçük olan sırrımı. Hepsi bu beraberlik için yaşımın çok küçük olduğunu düşünüyordu; ama hani bu türden birlikteliklerde yaşın sorun olmayacağı gerçeği.
Kendime yalanlar söylemeye başlamıştım. Sadece gönül eğlendiriyordum onunla – ne kadar aptalmışım – Ailem bu konudan haberdar olmamalıydı.
Sanırım ‘kıyametin kopması’ ile ‘yerin dibine batmak’ olarak adlandırılan durumlar tam bulunduğum hali anlatıyor. Gizledim, gizlendim...
İlk başlarda çok seyrek buluşuyorduk. Gün geçtikçe buluşmalarımızın sayısı arttı. Gönül eğlendirmek demiştim ya, işte o kendime söylediğim yalanlardan sadece biri. Birlikte çok zaman geçirmeye gerek kalmadı hayatımda kapladığı yeri kavrayabilmem için. Evet, onu seviyordum. Lakin hep aynı düşünce kafamda dolaşıp duruyordu: ‘Onun tutsağı değilim, istediğim zaman terk edebilirim.’ Buyurun size yalanlar oyununda ikinci perde. Ne zamanla hayatımın her safhasına yerleşmesini fark etmem yetti onu terk etmeme, ne de annemin bizi yakalaması. Aslında annem bizi yakalamadı, izlerimizi buldu, ardında bıraktıklarını gördü. Kızamadı, biliyordu çünkü buluşmamızı yasaklamasının bir işe yaramayacağını. O vakte kadar gizli devam ediyordu, yine gizli sürdürebilirdik.
Zaman geçtikçe birbirimize daha sıkı bağlandık. ( Yalan 3, Tabii ki sadece ben ona bağlandım, onun umurunda bile değildi.) Şu an geriye dönüp baktığımda tutunduğum yaşam halatımda 11 düğüm daha eskittim ve veren taraf hep ben oldum. O bana sadece anlık ve sahte mutluluklar hediye etti. Herhalde canımı vereceğim tek o oldu. Onun için ailemle, arkadaşlarımla ters düştüm, onun yüzünden hastalandım, ama hiçbir zaman ayırmadım yanımdan, ayıramadım...
Görüyordum, biliyordum nelere yol açtığını ve açabileceğini. Önce onu sevebilmeyi öğrendim, sonra nefret etmeyi. Aşk, sen nefrete ne kadar yakınsın oysa...Beraber olmayı istemediğim anlarda bile yanımda olmaya devam ettiğini gördüm. İrademi ezdiğine, beni kendimle bile ters düşürdüğüne şahit oldum. Başkalarını kırdım onun yüzünden ve ben daha da fazla kırıldım.
İnsanlarla arama girdi, arkadaşlarım ondan nefret etti çoğu zaman. Hatta benim bile tiksindiğim oluyordu bazen, ondan ve ruhuma sinen kokusundan. Dudaklarımın her temasında ben onun ruhundan çalıyordum, o benim bedenimden. O her seferinde yeniliyordu kendini, bense gittikçe kötüleşiyordum. Ama bir türlü terk edemedim.
Friday, August 25, 2006
Thursday, August 24, 2006
Aysel Git Başımdan...
Bir dakikalığını nefesini tut mesela veya bir bahçeden meyve al izinsiz. Evde bir şeyi kırdığında çaktırmadan geri üstüne koy ya da tanımadığın insanların dertlerini dinle. Herhangi bir tanesi götürüyor mu seni bu halinden uzağa. Fark yaratmaya çalış toplum arasında, kendini ezdirme. Pinpon topu değil raket ol mesela, bunca yaşanılandan sonra neyi değiştirecekse. İnkılâp yapamaz bir insan kişiliği üzerinde, yaptıklarının adı sadece ıslahat olur. Ülkeler ve toplumlar bir özür belgesiyle veya bir utanç heykeli ile geçmişlerinin yükünü sırtlarından atabilirler ama bir insan geçmişinde yaptıklarıyla yaşar başkalarının zihninde. Kendimizi ne kadar değiştirirsek değiştirelim geçmişteki seçimlerimiz bize sınırlı seçenek bırakır geleceğimize dair. Toplumlar başka toplumlara soy kırım yapabilir, zulmedebilir; ancak sonunda resmiyetle dolu ama kökünde basitlik kokan bir özür ile bu büyük ayıplarını sadece bir lekeye çevirebilirler. Ama insan aynı şansa sahip değil. Kıyarsanız bir insanın canına, ölene kadar katil kalacaksınızdır. Başkalarından izinsiz aldığınız herhangi bir şey hırsızlık olarak işlendiğinde sicilinize bir daha kurtulamazsınız o lekeden. 70 olmuşsa bir defa adınızın yanında 69’a indiremezsiniz sıfatınızı.
Selam durmak istiyorum bu gece her şeye: bir çiçeğe, bir basamağa, uzaklarda olmasına rağmen en yakınımdakinden daha değerli olan bir ışığa, bir hisse, bir dosta bir aşka.
Ey güneşin toprağa olan aşkının meyvesi, ey kaçak duyguların kamçısı, ey güzellikler güzeli çiçek, selam olsun sana. Çirkinleşen bu dünyada bize hala güzel bir şeylerin olduğunu anımsatmakta ne kadar yeteneklisin. Nice kanların döküldüğü, nice toplumların uğruna yok edildiği, nice verimini ve her şeye rağmen hoşgörülülüğüne rağmen sıfatından kurtulamamış topraktan güneşe uzanan yolda bir armağansın aslında. Güneş ise bir anne edasında besliyor, büyütüyor seni.
İşte burada, gençliğin özlemiyle kaçak işler peşinde koşan, basamağıyla barışık, ateşleriyle küs, yıldızlarına hayran ben, izliyorum gökyüzünü senden bir mesaj taşırsa diye. Düşündükçe kalbim hızlanıyor, her şeyi unutuyorum bir anda. Ne zor bir duyguymuş beklemek, kendimi tezkere bekleyen babalar gibi hissediyorum askerde oğlu olmayan. Dakikalar arabalar gibi durmaksızın kovalarken birbirini ben senin için bir saat daha bekliyorum, sadece belki düşünürsün beni diye. Çiçek boynunu eğiyor, içimdeki aşk ateşi külleniyor, üşüyorum, bir dostun dedikleri aklıma geliyor, üzülüyorum. Sitem ediyorum kendime, toplumun kelepçelerine boyun eğdiğim için ve insan olduğum için. İliklerimde hırstan kaynaklanan bir hareketlenme ile volkan patlamaları gerçekleşiyor. Ve işte bir kez daha…
Tutuyorum martıyı bu kez ayaklarından, ya beni de götür ya da benimle kal diyorum. Martı kalmıyor, ben uçamıyorum. Giderken arkasına bakmıyor, ben bir çocuk edasıyla biniyorum tekrardan karanlıklara. Üzülüyorum özgürlüğü için denize geri bıraktığım balıklar adına. Gülüyorum bir sessiz sinema oyununda, gömülüyorum fotoromanımın sayfalarına yeniden…
Aysel git başımdan, ben sana göre değilim
Ölümüm birden olacak seziyorum
Hem kötüyüm, karanlığım, biraz çirkinim
Aysel git başımdan, seni seviyorum.*
*Aysel git başımdan – Atilla İlhan
Şıp Şıp ....
Damlaların sesi kulaklarımın içinde bir yankılanmaydı. Uyuyamamıştım “şıp şıp” seslerinden. Her damlasında gözyaşları kesiliyordu onlarca çocuğun. Evet, sevinmeli insan çocuklar ağlamadığı için ama bu ağlamamak değil ağlayamamaktır. Geceleri ölüm korkusuyla uyuyup barış rüyalarıyla uyanan, ninni yerine patlama sesleri duyan o kadar çok çocuk var ki bu günlerde… Gecenin ters bir saatinde ağlayan Lübnan adlı bebeğin uyanmaya ve huzura ihtiyacı varken ses yapmasın diye öldürülmesini izliyoruz. Onların yerine uyumam, onlar için dua etmem gerekirken bu ses de neyin nesi. Damlaların her birinde yaşanılmamış mutluluklarım saklıydı sanki. Tecrübe kategorisine girememiş hayallerim düşüyordu bir çırpıda diğerlerinin yanına. Asıl rahatsız eden geleceğin ışığının parlaklığı değil, geçmişin karanlığının boğuculuğuydu bu gece. Damla sesleri yankılanıyordu beynimde, bir deniz feneri gibi hüzünlü dönen bir başım vardı sanki. Yaz ayında meyve veremediği için hüznünden yapraklarını döken, dallarına çocukların salıncak yapmadığı bir ağaç gibi kaldım. Güvensizdim, verimsizdim, rahatsızdım. Aslında bir melodi gibiydi sesler, bir sivrisineğin vızıltısı eklenince şimdi, bir rahatsızlık senfonisiydi sanki. Kanadı kırık martı için üzülen insanları izleyen, tüm masallarda kötü sesli olan ve tilkilere yiyeceğini kaptıran ben siyahlığımla onur duyamıyordum bu gece. Parlak cisimleri arakladığım söylenir. Buna araklamaktan çok araştırmak denir bana göre. Bana değer vermeyen onca insanın bu parlak cisimlerde ne bulduğunu anlayamadım bir türlü. Oysa hepsinin üstünde benim resmim vardı. İnsanlar kaşıklarının bıçaklarının üstüne neden benim en kötü çıktığım resimlerden koymuşlar bir türlü anlayamadım. Oysa ne zaman şarkı söylesem kovuluyorum. Her biri bir sivrisinek ısırığından beter olan şu damlaları durduramadım bir türlü. Sıktım benliğimin musluğunu, değiştirdim contasını algımın ama yine de damlıyor ve rahatsız ediyor ses beni. Oysa tuvaletteki bir sivrisinek gibiyim bu gece. İçeri girecek herhangi bir insanın kanınadır mecburiyetim. Bilirsiniz parlak olur tuvaletlerdeki, banyolardaki fayanslar, bu nedendendir kamufule olamayan onca arkadaşımın ölümü. İyice rahatsız olmuştum artık bu sesten. Uyuma isteğinden çok huzur arzusuna dönmüştü dakikalarım. Bıkmıştım buğulu aynadaki umutsuz yüzümü görmekten. Bekleyemeyeceğim bitişini. Siz hiç ağladınız mı sabunluyken, gözyaşlarınızın melodisinde…
Wednesday, July 12, 2006
Kırık Bel...
Geceleri geç saatlere kadar çalışıp, sabahın ilk güneş kırıntılarına ulaşmaya bir türlü alışamadım. 18 aydır süregelen bu yorucu iş temposu psikolojimi bozdu. Hayatımın neredeyse yarısını uğruna harcadığım bu iş, birçok insanın hayallerini süsleyen, saygın ama insanı çok yoran ve riskli bir iş.
İşler normal olarak devam ettiğinde, ben bile bazen kendimle gurur duyuyorum ancak son aylardaki yorucu tempo dayanılamaz boyutlara ulaştı. Belki de orta yaş bunalımı yaşıyorum, genç sayılabilecek yaşıma rağmen. Emekli olmanın zamanı geldi diye düşünüyorum. Üstelik ne zamandır ölüm süslüyor hayallerimi ve kültürel, sanatsal bir şeyler yapacağım günleri düşlüyorum.
Galiba bu düş, benim ölümsüzleşme kaygımdan doğdu; uzun yılların ardından tarihte iz bırakacak bir sanat eserine mürekkebimi bulaştırıp, onun sayesinde sonsuza dek, bedenim çürüse bile ruhumu yaşatma şansımdan söz ediyorum.
Ordunun yönetime el koymasıyla birlikte, işlerin yoğunlaşması ve bolca karşılaştığım ölüm haberleri, mesleğimin riskini hatırlatırken, benim de kaygılarım artıyor. Özellikle amcamın dün verdiği ölüm haberi, aşırı sarsılmama sebep oldu. Zira genç yaşımda platonik bir aşk ile bağlandığım güzel yazan bir sevgilimin ölüm haberiydi. Acaba beni böylesine sarsan zamanında aşırı bağlandığım onun ölümü müydü yoksa kendi ölümümle yüzleşme şansı bulmam mı? Bu sorunun cevabını günlerdir düşünüyorum. Cevap ne olursa olsun, kararımı verdim; emekli oluyorum.
Böylece yerime birini bulması için, Mahmut Beyin iki günlük hafta sonu tatilinden faydalanmasını da sağlayabilirim. Bu kadarını borçluyum ona. Mahmut Bey uzun zamandır yardım ettiğim bir hakim. Onun mesleğine ve bana duyduğu saygıyı, her zaman takdir etmişimdir. Yalnız bu sabahki telaşını ve asabiyetini anlamadım. Sabahları biraz hırçındır, bilirim ama olağan üstü bir neden olsa bile, bunu anlamam bir saati geçmez.
Bu sabah bir başka telaşlıydı sanki. İlk defa benden bir şeyleri sakladığını sezdim. Bu davanın onu çok yıprattığı su götürmez. O da benim gibi umutsuzluklara düşmüş ve emekli olmaya karar vermiş olabilir. Uzun süredir edebiyata yönelmek istediğini ve şiir yazmaya çalıştığını bizzat ben biliyorum. Bunu hayata geçirmeye karar vermiş olabilir mi? Acaba ondan mıdır bu telaşı? Ama onun için bu kadar telaşlı ve hiddetli olmasına gerek yoktu. Ne güzel bir tesadüf olurdu oysa… Üfff yine hayal kurmaya başladım. Uzun ve yorucu bir gün olacak. Hayalleri bırakıp hemen işime yoğunlaşmalıyım.
Monday, July 10, 2006
Susuşunun Solgunluğundayken...
Sessiz sakin dolaşıyordum geceyi, unutulmuş dostlarımın gölgeleriyle konuşuyordum. Adımlarım yavaşlıyordu, evet bininci kez ölüyordum. Kaybolmuş mutluluklarımın kırıntılarına basıyordum, sözlerim bir zehir, duygularım bir porselen, kalbim bir gülkurusu, kırılgan… Şarkılarımı ayak seslerimle oluşturduğum notalara döküyordum bir bir… Odamın tavanındaki karanlığa asıyordum düş kırıklıklarımı, yerde kalan parçaları ayağımı kesiyordu. Hayır, canım değildi acıyan, benliğim, kalbim acıyordu. Artık sayamıyorum hüznün kaç düğümü olduğunu ve kum saatindeki mutluluk yönünün kim tarafından çevirildiğini… Yüreğim bir yangın yeri, bir deprem yıkıntısı, bir antik kent kalıntısı. Dizelerim söz bitimi, daha bir devrik, daha bir anlamsız. Gözlerimin beyazında çoktan doğmuş şafağın kırmızısı. Her solukta başkalarının oksijenini çalıyorum. Sevda diyorum, sevda, sevda, acı ve kekre… Eski bir aşkı yaksam diyorum, bir parça ışık için, dumanında boğulsa gözlerimin ışıltısı. Ben ki gizli duyguların adamı, ben ki her özlerimi kalbime attığımdan muzdarip, yitik sevdaları bir bir banyodaki aynanın buğusuna yazıyorum. Ve, evet şimdi fark ettim, bir kelebek kadar yaşamadığımı. Ben sonbaharda ağlayacağım, soluşumun satır aralarında benimle solarken sonbahar yaprakları, bir su birikintisinde boğulacağım belki de. Eski bir antikacıda bulacağım kime bıraktığımı unuttuğum o güzel günlerimi ve ben eski bir sonbahar gibi unutulacağım. İşte şimdi yorgun ve bitap yüzümdeki her çizgi, durulmuş dakikalar, hüznün herhangi bir mısrasında ve çoktan unutmuş hangi sonbaharda solduğumu. Haritasını çizerken kuşbakışı gülüşlerin, üşümekten morarmış dudaklarından bir parça ve çoktan uzaklaşmış bir rüzgarda ellerinin kokusu. Ben hala susuşunun solgunluğundayken, elimde o zarfsız imzasız daha mürekkebi kurumamuş mektubun, sehpada unutmuştum başımı, us yitik. Gözlerim sanki birer deniz iğnesi, kırılmakta benliğimin benli gözenekleri. İçimde bir sürgünün gizli sessizliğini taşırken, anlıma dayarım güz görümlük ömrümü, seherin cılız eliyle… Iraktaki vahşi güller hüzün kokar artık bana ve ölüm ardıma leke düşer, gözlerimden çekilen sıcaklık yüzümde soğur, soğuk. İki kaşım arasında kendine yenilir yeni uzun yolum. Çiçek tüter hayaller karanlığı kısıp, pencerede gök ıçurtma çeker yıldızlar çölüme... Bir ışık hüzmesi yayılacak göğe, acılaşan gecede; ateş yakacak suyu ve düşüp kirpiklerime gömülecek yüzüme sıkışmış ölü çocuklar. Ay batışı gözlere iki ezgi gibi hüzünler çökerken tetikteyimdir yalnız gölgemle. Sıkıntımın yıldız sefası, ne olur kapatma kollarını, damarıma basma sabah. Güvercin uçuşu, alabildiğine rüzgar; durma gez arpacık ! Göz tetikte. Ölüm ulaşılmazlarda bekleyen kuş seslerinde, bakire umutlar. Sessizliğe dolunay doğarım, Dışarıda dilenci kızlara serpinti yağmurun kırık sesi, Ve düş artık yakamdan, Güneş kırıklarına dadanan sevda.
10 Temmuz 2006, Pazartesi // 03:49
Fon Müziği Tavsiyesi: Platonik Aşk - KafaBinDünya Teşekkür: Okuduğu şiirin etkisiyle yazıyı yazdım, 029ur'a teşekkürler.
Saturday, July 08, 2006
T.P'nin Kaleminden " Kimdir bu N.V ? "
Buyrun Burdan Yakın...
Teşekkürler T.P, benle birisi röportaj yapsa diye belirttiğim isteğimi sen gerçekleştirdin. Çok sağol :))
Friday, July 07, 2006
ÇocukCa Şiirler -2-
Wednesday, July 05, 2006
Ağlamak...
Bedenimizin çevresinde görünmez bir zırh oluşması ergenlik döneminde başlar. Zırh bu dönemde oluşur ve ergin yaşam boyunca kalınlaşır. Gelişimi biraz da incininkine benzer, yara ne denli büyük ve derinse, çevreside oluşan zırhı da o kadar güçlü olur. Ama sonra zamanla, çok uzun süre giyilen bir giysi gibi en çok kullanılan yerlerinden yıpranır, dikişleri atar ve ani bir hareket sonucu yırtılır. Başlangıçta hiçbir şey farketmezsin, zırhının hâlâ seni sıkıca sardığını sanırsın, ama bir gün birdenbire aptalca bir şey karşısında bir çocuk gibi nedenini bilmeden ağlamaya başlarsın...
Tavsiye şarkı: Mutluluğun Gözyaşları - Serdar Öztop
Tuesday, July 04, 2006
L'Ultimo Bacio
"L'Ultimo Bacio" isimli italyan filmini izlemeyen insanların adına üzülmeye başlamışsam bir sorun var demek mi oluyor? Evlenmemiş, evlenmiş ama sorunları olan, evlenmiş ancak henüz hiç sorunu olmamış insanların hepsi bu filmi izlemeli bence. Büyük ihtimalle filmi izleyen bayanlar Carlo(Stefano Accorsi)'yu pislik olmakla suçlayacaklar... Ancak sorarım size hiç özgür olmak istediniz mi ? Tamam bu özgürlük değil diye hemen saldırıya geçmeyin... Ya Alberto(Marco Cocci), Marco (Pierfrancesco Favino), Adriano(Giorgio Pasotti)'nun özgürlük mücadelelerine ne demeli... Onların yaptığı da mı özgürlük değil bayanlar? İyi tamam, her şeyi siz bilirsiniz... Anlamayın zaten erkek tarafını hiç bir zaman... Not: Yukarıdaki video filmin sountrackinin klibi...
Monday, July 03, 2006
ÇocukCa Şiirler -1-
Sunday, July 02, 2006
"Bu sana son yazışım...”
"Bu sana son yazışım...” diye başlayan bir mektup var şu an karşımda. “Bu sana son sözüm” dermiş gibi bakan. Simsiyah harflerle kirletilmiş, bembeyaz bir sayfa. Neresinden bakılsa acı, hangi satırından başlansa hüzün, hangi kelimesi okunsa güvensizlik. Oysa ki benim; batan güneşin ardından sarıldığım, tepeden aşağı inerken, çakıl taşlarıyla birlikte yuvarlandığımda düşündüğüm biri var… “Bu sana son yazışım…” bir ayrılığın ilanı gibi, ölünün üzerine son kürek toprak, gözdeki son damla, son kez el sallamak gibi…Oysa ki benim; Kışın soğuğunda, dalgaların kayaları dövdüğü anlarda, fırtınalarda savrulurken sığındığım biri var… “Bu sana son yazışım...” düşündüklerinin, hissettiklerinin ve yaşadıklarının benim için zerre kadar önemi yok demek değilse ne bu? Sen istediğini söyle, senin söylediklerinin hiç bir anlamı yok demek değilse ne bu? Oysa ki benim; derinlerde soluksuz kaldığımda ve nefesimin bana ait olmadığını sandığımda, sonsuz gibi görünen karanlığın ortasında, umudumun tükendiği anlarda düşündüğüm biri var… “Bu sana son yazışım…” diye başlayan ve sana hiç inanmadım, sana hiç güvenmedim diye devam eden satırar bunlar. Üstelik inanmam ve güvenmem için yaptığın herşey boşa kürek çekmek, yetersiz, yersiz ve saçma çabalardan başka hiç birşey değil bunlar.Oysa ki benim; burnumda yağmur kokusu varken, bulutlar hızla akıp geçerken, ve çocuklar ağladığında, perdeler uçuştuğunda düşündüğüm biri var… “Bu sana son yazışım…” ben bunları hak ettmedim… Ama sen herşeye müstehaksın, üzülmelisin, kırılmalısın, parçalanmalısın, yok olup gitmelisin… Senin söylediklerinden daha değerli başkalarının ne dediği, senden daha değerli bakalarının ne düşündüğü demek bu. Oysa ki benim; elimi uzattığımda ve saatin her çalışında, yanımdayken özlediğim ve uzaklaşınca her an düşündüğüm biri var… “Bu sana son yazışım…” Açıkca dilediğini yap, ben istediğim kadar daha yanındayım. Kendimi hazır hissedince girdiğim gibi çıkacağım hayatından demek bu? Oysa ki; Aklımın kıyısında dolaşan ve dilimin ucundayken yanarcasına düşündüğüm, deniz gözlerinde dolaşırken yemyeşil ormanlarda yok olup gittiğim biri var…Tek kişilik dünyamda ölçülü adımlarla yürüyorum. Bosverdim ve ben artık kendi Masalıma dönüyorum, sana geliyorum. Aylardan aralık, sabahın erken saatleri ve kış… Güzel Yazıtlar Serisi, 11 Aralık 2001, Çarşamba / 06:49 Resimler: 1. A deviation by ~maximus666 2. A deviation by ~AloneTogether 3. A deviation by ~EsTur 4. A deviation by ~are-you-happy-now- 5. A deviation by ~Speedball6sic6
Thursday, June 29, 2006
Çarşamba...
Tuesday, June 27, 2006
Korkarım...
Babam Seyrediyor...
Ortaokulda okuyan ve kisa bir süre önce annesini kaybeden genç, babasiyla birlikte yasiyordu. Babasiyla aralarinda çok güzel bir dostluk vardi. Genç, okulun futbol takimindaydi.Takimindaydi ama, ufak tefek yapisi ve tecrübesizligi nedeniyle hocasi ona bir türlü maçlarda görev vermiyordu. Bu yüzden, her maçta yedek kulübesinde oturuyordu. Buna ragmen, babasi hiçbir maçi kaçirmaz ve hep ayaga kalkip tezahürat yapardi. Liseye girdiginde sinifinin yine en siska ögrencisiydi gencimiz.Fakat babasi onu hep futbol oynamaya tesvik etti;bununla birlikte, eger istemezse oynamayabilecegini de ayrica belirtti.Delikanli futbolu seviyordu ve takimda kalmaya karar verdi.Her idmanda elinden geleni yapiyor ve takimin as oyuncularindan biri olmaya çalisiyordu.Bütün lise hayati boyunca hiçbir idmani veya maçi kaçirmadi.Ama sürekli yedek kulübesinde oturmaktan kurtulamadi.Inançli babasi ise her zaman ki gibi tribünlerde yerini aliyor ve oglunu destekleyici tezahüratlarda bulunmaya devam ediyordu. Genç, üniversiteye basladiginda futbol onun için önemini kaybetmeye yüz tuttu,ama yinede elinden geleni yapti.Herkes onun okul takimina giremeyeceginden eminse de , bunu basardi.Takimin antrenörü onu listeye dahil ettigini, çünkü her idmana yüregini koydugunu ve takimin diger üyelerini de sevke getirdigini itiraf etti.Takima girebildigi haberi onu o denli heyecanlandirdi ve sevindirdi ki, solugu en yakin telefon kulübesinde aldi ve babasina müjdeyi verdi.Onun bu mutlulugunu paylasan babasi, kendisine maçlarin sezonluk biletlerini göndermesini istedi. Üniversitedeki dört yil boyunca hiçbir idmani kaçirmayan genç,ne yazik ki hiçbir maçta oynayamadi.Futbol sezonunun sonlarina dogru, büyük bir eleme maçinin idmani için sahaya çikmaya hazirlanan gencin yanina, elinde bir telgrafla antrenörü geldi.Delikanli telgrafi okuyunca ölüm sessizligine büründü.Güçlükle yutkunarak hocasina sunlari söyleyebildi: " Bu sabah babam ölmüs. Izninizle bu günkü idmana gelmesem? " Hocasi kolunu sefkatle omzuna doladi ve " Bu hafta dinlen evlat" dedi. "Cumartesi günkü maça gelmeyi de aklindan geçirme." Cumartesi geldi çatti, ama okul takiminin durumu hiç de iyi degildi.Maçin sonlarina dogru, bir kisi soyunma odasina sessizce girdi,formasini ve futbol ayakkabilarini giyip sahanin kenarina çikti.Babasi ölen ufaklikti bu!Antrenör ve oyuncular azimli arkadaslarini bu kadar kisa sürede tekrar aralarinda görmekten dolayi son derece sasirmislardi. Hocasinin yanina giden genç "Lütfen izin verin oynayayim" dedi."Bugün oynamak zorundayim."Hocasi önce duymamis gibi davrandi. Böylesine zor bir eleme maçinda takiminin en kötü oyuncusunu sahaya çikarmasina imkan olmadigini düsünüyordu.Ama genç o kadar israr etti ki ,sonunda ona aciyan hocasi razi oldu:"Pekala oyuna girebilirsin."dedi. Gencin oyuna girmesini üstünden çok geçmemisti ki hem hoca ,hem oyuncular,hem de maçi izleyenler gördüklerini inanamadilar. Daha önce hiç oynamamis olan bu meçhul ufakligi her hareketi harika ,attigi pas isabetliydi.Karsi takimin oyunculari onu durduramiyordu. Kosuyor,pas veriyor,savunmayi yardim ediyor ve maçin yildizi olarak parliyordu.Sonunda gencin takimi aradaki farki kapatti,nihayet atilan bir golle de beraberligi yakaladi.Ve son saniyeler de ufaklik topu tek basina sürükleyip herkesi geçti.ve galibiyet golünü atti.Maç bitmisti. Okulun taraftarlari sevinç çigliklari atiyor, onu omuzlarinda tasiyordu. Seyirciler tribünleri terk ettikten ,oyuncular duslarini alip soyunma odasini bosalttiktan sonra takimin hocasi gencin kösede tek basina sessizce oturdugunu fark etti Yanina gidip:"evlat inanamiyorum.Bugün bir harikaydin."dedi."Sana ne oldu,bunu nasil basardin,anlat bana!" Genç hocasina bakti,gözleri yaslarla doldu ve söyle dedi: "Babamin öldügünü biliyorsunuz.Peki onun gözlerinin görmedigini biliyor muydunuz?"Delikanli zorlukla yutkundu ve gülümsemeye çalisti:Babam bütün maçlarima geldi,çünkü görmedigi halde beni desteklemek istiyordu.Ve ilk defa bugün beni oynarken görebildi.Bende bu firsati kullanmak ve oynayabildigimi ona göstermek istedim… Yazı : İnsanizm.Com Resimlerin hepsi: deviation by ~clairec666