Wednesday, February 17, 2010

Çok istedik be abi!

Öncelikle olmak istedik, kendimiz olmak. Kim olduğumuzu keşfedip ona göre davranmak. Taklit mi etmeliydik, orjinal mi olmalıydık, farklı mı olmalıydık. Hatta farklı olmaya çalışıp, tüm o "farklı olmaya çalışan" modasının müdavimleri içinde sıradan mı olsaydık. Annemiz, babamız mı bize sağlıklı bir örnekti, yoksa ünlüler mi? En iyiyi bulmayı istedik.

Sonradan olduk zannettik, kendimize bir eskiz çizdik, gün geçtikçe renklenir sandık. Bu dünya bize renk vereceğine, rengimizden çaldı. Aynen kurşun kalemle çizilmiş, saklanmaya çalışılan eskizler gibi olduk. Rengimiz dağıldı, şekiller birbirine karıştı. İşte o anda farketmedik toplumun bizi kendine benzettiğini. Farkettiğimizde ise herşey için artık çok geçti. Renkli olmak ve aynı zamanda kendimiz olmak istedik.

Sonra kendimizden bıktık belki de keşfetmek istedik, başkalarını keşfetmek. Onları tadmak, onlarmışcasına yaşamak, hissettiklerini bilmek, bildiklerini bilmenin güzelliğini hissetmek. İnsanları tanımak, onların bahçelerinde gezmek meyvelerinden yemek istedik. Belki tenini değil de kokusunu istedik çoğu zaman. Her insanın arasında gizli bir bağ olduğuna inanmak istedik.



Yalnız kalmak istedik sonra, kimsenin bizimle bağlantısı olmadığına inandırmak istedik kendimizi. Kimsenin bizi anlamayacağına inandık, bizi terketmeyecek kadar cesur insanların olduğuna inanmadık. Yalnızlığın bizi içimizdeki öze daha yakınlaştırdığını, yeteneklerimizi daha çok ortaya çıkardığını düşündük. Sonra birisi tuttu kulağımızdan ve "yapma bacım! hata ediyorsun. kendimden biliyorum, yalnızlık iyi ve güzel bir şey değil. kendimden biliyorum. hafta sonları sürekli evdeyim ve her haftasonu yürümeyi unutma korkusu ile yaşıyorum." dedi. Kötü hissettirdi bi'an. Düşündürdü beni inanmazsın. Ama düşünmek istemedik be abi, gerçekten yanlızlığı iliklerimizde hissetmek istedik.

Sonra yetmedik kendimize gelişmek istedik, daha iyilere daha yükseklere ulaşmak istedik. Uçurtma gibi değil, kuş gibi yükselmek istedik, kimseye ve hiçbirşeye bağlanmadan. Çırpındık saatlerce, yorulduğumuzla kaldık. Yükseklerden atladık bir yerlerimizi kırdık. Doğuştan uçma yeteneği olanların süzülerek çırpınmadan uçmalarına imrenerek ve kıskanarak baktık. Evet belki uçmak değil kıskanmak istedik.

Sonra sevmek istedik be abi, çok istedik. Anıyı, eğlenceyi, jetonu, salıncağı, kaydırağı, köpükte oluşmuş baloncuğu, kanı, yarayı, teri ve nefesi paylaşabileceğimiz birini istedik. Hem yaptıkları, hem de sadece varoluşu bizi heyecanlandıracak birini istedik. Onunla eğlenceli bir çizgifilmin bölümlerinde küçük roller almayı istedik. Kimse bizi bilmesin, kimse bize karışmasın, ama lunaparktaki tüm oyuncaklar bizim olsun istedik. Sınırsız jetonumuz olsun ve her oyuncak farklı günlerde farklı anılar yaratsın bizimle istedik.

"Biz çok istemedik be oğlum! Onlar sadece gözünde büyüttü."

Monday, February 15, 2010

Bir anda değişir bütün işler!

Bir anıma bakar her şey. Her şey bitebilir, fişi çekebilir, sahneden inebilirim. İstersem yapabilirim. İstediğim çok şey var yapamadığım… İstersem yapabilirim, biliyorum… Kalmak da elimde, gitmek de. Ben hep kalıyorum, öylece kalakalıyorum… Kendimle, saçma sapan bu düzenle, bana biçilmiş rollerle tepişiyorum. Kendim seçtim hepsini, suçluyum, şimdi vazgeçebilir miyim? İtirazı olan varsa konuşmasın, sonsuza kadar sussun! Bende yıkık dökük bir şeyler. Dudaklarım yayılıyor iki yana. Sizin oralarda ne diyorlar buna? Gülümseme mi? Hah! İşte ondan var 24 saat dudaklarımda. Ya içimi soran? Yok! Sorsa da benim cevap vermeye takatim yok!

Ooooo bende artık neler neler yok! Umut… Sevinç… Aşk… Mutluluk… Sahici bir şeyler arıyorum, o da yok! İnanmayı çok istedim somut bir şeylere, birilerine. Gel gör ki eksildim, kırıldım, parçalarımı kaybettim. Hepsi mi fos çıkar! Hepsi mi yarı yolda bırakır adamı. Valla ben o depresiflerden değildim, sonradan oldum. Bu yazı bana ait, bu yazı benden, bu yazı kalbimden… Kimse karışmasın, telefonlarım çalmasın, bu yazı içimden. Sevilmeye ölesiye ihtiyacım var. Ya sevmeye halim? Yok

Bir dolu sözüm var. Sözüm ona, kurallarım var. Hepsi yalan. Sığınacak bir kucak, benim için çarpan bir kalp tüm ihtiyacım. Her gece karşıma dizilmiş sırıtıyor pişmanlıklarım. Özledim, çok özledim de bulamıyorum neyi özledim… O kadar uzakta ki her şey, o kadar giremiyor ki içime, o kadar kopuk ki, neyi özlediğimi bile unuttum. Bu dünyanın prensiplerinden, tükenmez iştahından, samimiyetsizliğinden bıktım. Olmadı…
Ben kaldım, o kalmadı. O tüm sahteliklerini, numaralarını, acılarını, kanırtmalarını bana bıraktı. Hepsi üstüme yapıştı, çıkaramıyorum. Bu kokuşmuşluğun içinde sadece tek cevap vardı aradığım. Ben ondan çoktan gitmiştim… Ama bilmeliydim sevdi mi? Ne saflık ama… Buralarda kimse kimseyi sevmez ki!
Sıcak bir gülümsemeye, etli bir ‘Seni Seviyorum’a, hissederek terli terli sevişmeye tavdım oysa… Korkarım ben bu sahteliklere az kaldım. Güzel bir yüz ve vücuttan daha fazlasıyım… Anlatamadım. İçime giren adamlar gerçekten içime giremediler bir an bile… Tenime dokunanlar gerçekten dokunamadılar. Kimse isteyerek silmedi gözyaşlarımı. Kimse egosunu okşamak için değil de, özlediği için yana yakıla çalmadı kapımı. Benim böyle olmamam gerekirdi değil mi?

Hayatın bu kadar zalim olmaması… Bir telefon yok beklediğim. Bir ses çıkmıyor duymak istediğim. SMS’lerle sınırlandırılmış aşklarımız. Anlık zevklere satılmış duygularımız. Farkında mıyız? Kovala, kovala, amaçsızca savrul oradan oraya. Bu muyuz ya? Bu mu küçükken özendiğim şey? Bu muydu beni bekleyen? Böyle olmamam gerekirdi… Kocaman hayallerim vardı. Yüreğimde bitmeyeceğini sandığım sevgiler… Şimdi o kız kaçıyor her şeyden, herkesten…

Aldatılmaktan ve kandırılmaktan yorgunum. Özledim çok özledim eski günleri. Yıpranmamış duygularımı, saflığımı, korkusuzluğumu özledim. Herkesi güldürmekten sıkıldım. Çözüm üretmekten daraldım. Benimkisi bozuk pil misali fişe taksan da şarj olmuyor artık. Milletin dini yalan olmuş. Uzaylı istilasını beklemeye gerek yok; dünyanın sonu zaten gelmiş. Kötülük dört bir yanımızı sarmış. Sızlıyorum, inanmak istiyorum ...

Wednesday, February 10, 2010

Uğurlu Sayım : 2

Evet aynen öyle, uğurlu sayım 2. Bunun doğum tarihimin 02.02 olmasıyla veya şu anda 22 yaşında olmamla, hatta 2000'li yıllarda olmamızla hiç bir ilgisi yok. Ha inanıyor muyum uğurlu sayılara hayır, orası başka bir konu.

Bir de 17 yaşımı çok sevmiştim. Hatta 15 yaşımdan itibaren soranlara 17 demeye devam etmiştim. Neresinden baksan 5 yıl filan 17 yaşında kaldım ben. 20 olunca utandım biraz, baktım "teenager" filan kalmadı, dedim artık 20 olmanın zamanı gelmiş. 21'i de soranlara 20 yaşındayım diyerek geçirdim. Ancak şu uğura şu güzelliğe bakar mısınız? 02.02.1988 , 02.02.2010, 22 yaş. Estetik ve güzel geliyor. Şimdiden haber vereyim en az bi 5 yıl 22 kalabilirim, dikkatli olun.

Fazla uzatmayacağım, uzatacağım yazılar yakında www.mehmetaliabbasoglu.com veya www.noktasizvirgul.com'da olacak. Herhangi bir sosyal medya sitesinde de noktasızvirgul kullanıcı adıyla bana ulaşabilirsiniz. Saygılar Sevgiler.
"2"

Wednesday, February 03, 2010

Sevgili noktasizvirgul,


Evet, hayal meyal de olsa hatırlıyorum, sen vardın ben vardım bir iki kişi daha vardı etrafımızda önemsiz olan. Nerede olduğumuzu hatırlayamıyorum, sadece bir çember oluşturmuş duruyorduk. Birisi birşeyler anlatıyordu diğerleri dikkatle dinliyordu. Biz sanki aramızda konuşuyormuşcasına birbirimize bakıyorduk. Sonra yüzümüze boya sürmemizi istediler, bunun bir savaş olduğunu söylediler. İnandık, yüzümüze saçma sapan şekiller çizdik. Aynı safta savaştığımız insanları bile kıskandık savaşta bizden daha yetenekliler, daha çok insan katlediyorlar diye. Sayısı önemli değil, epey epey zaferlerimiz oldu seninle. Daha sonra çitlerle kapattılar bizi, ben farkında değildim, sen gülümsüyordun. Dediler ki bu bir yarış artık, savaş değil. Önde gelen kazanır. Semer vurdular üstümüze, bindiler sırtımıza. Yarışmaya başladık. Beni bilirsin, yarışmayı bilmem. Tamam itiraf ediyorum kazanmayı bilirim ama yarışmayı bilmem. Başkalarının kaybetmesinin hüznünü kendi kazanma sevincime çeviremem ben. Sor o etrafımızdaki önemsiz insanlara, beni sevenler de sevmeyenler de benim yarışmayı bilmediğimi söyleyecektir. Hep senin yarışmayı bilmeni istedim, benim beceremediğim kurallara uymanı ve hep kazanmanı istedim.

Olmadı belki, empati yeteneğimden nefret ettim sayende. Sağ elim seğirdi yine, gözlerim doldu birden. Seri seri bacağımı sallamaya başladım, hızlı hızlı sağa sola bakındım. Söyleyecek birşey bulamadım. "I Felt like putting a bullet between the eyes of every Panda that wouldn't screw to save its species. I wanted to open the dump valves on oil tankers and smother all the French beaches I'd never see. I wanted to breathe smoke."  İstedim o an, eğer etrafımdaki pandalara acımasaydım, yıllarca Fransızca öğrenmek istemeseydim, ve dumandan nefret etmeseydim yapardım. Sadece birşey söylemek istedim sana, ben senin başarılarını değil seni sevdim be çocuk. İçindeki o insanlık özünü. Yaptıkların, dediklerin ve başardıklarının benim için hiç önemi yok.
 
Sen de beni anlamaya çalış ama, yeni insanlar keşfetmek istedim. Bilirsin düşenlere karşı apayrı bir zaafım vardır. Onlar düştüğünde yanlarına düşmeye çalıştım. Birisi yanına bile düşürmedi beni, diğeri düşmeme izin verdi. Sonu nereye vardı? Ulaşmak istedim insanlara. Anlatmak istedim insanlara 2'ye ayrıldıklarını. "Mutsuz olanlar" ve "Beni tanıyanlar"... Ya ben anlatamadım, ya da onlar dinlemedi. Şimdi burdan bağırsam onlara, desem ki "Beni silmen geçmişini unutmanda sana yardımcı olmayacak! O anıların kalbini her zaman kanırta kanırta yara yapacak!", duyarlar mı? Hiç sanmam.

Kusura bakma kardeş, micro-blogging bu kadar ünlü olmuşken, halen geri kafalılık yapıp eski tarz yazıyorum ama olsun, okuyanın ayı geçti okumayanınki geliyor.

Kal sağlıcakla.
Sevgilerimle
Şemsettin Bulut.