Friday, July 30, 2010
Otobüs
Lobiye girdik yuklerimizi biraktik, bara gittik. Ben bol buzlu bir viski istedim, Riza Abi raki ver dedi, sek olsub ve yaninda bir bardak da su. Denize karsi oturduk. Deniz yeni kotu yola dusmus, içi saf ama dışı kirlenmis bir hayat kadinina benziyordu.
Wednesday, July 28, 2010
Bank
Monday, July 26, 2010
Kaldırım
Wednesday, March 03, 2010
Hallelujah Düellujah!
Şimdi kim ne derse desin bu noktasizvirgul iyi çocuk, iyi dediğim öyle iyilik yapmayı seven birisi değil. Aslına bakarsanız kötülük yapmayı epey epey seviyor. Çünkü artık kötülüğün daha zevkli ve daha heyacanlı olduğunu biliyor. Hep kendinin söylediği gibi gri dunyada siyahlar daha çok dikkat çekiyor. Mesela artık düşene yardım etmiyor, ama tekme de atmıyor. Nasıl anlatayım böyle önce elini uzatıp, tam düşen tutacakken geri çekiyor. Değişik bir psikoloji, çok gülen bir depresif aslında kendini. Evet depresyon kelimesini sevmiyor ama depresyonu seviyor.
Bırakalım noktasizvirgul'ü de geçen gün Latife'yi gördüm ben, çok değişmiş farklılaşmış dışı ama tahminimce içi aynı. Sadece bilmiyor ki kilo alan kendisi değil, aslında şirketlerdeki aynalar şişman gösteriyor onu. Sadece onu değil hepimizi. Yemekhanede hayalet gibiler, aynı masada 5 tane aynı şirketin çalışanı oturup yemek yiyorlar, birbirlerinin adlarını dahi bilmiyorlar. Bu tamamen senin suçun Latife, hiç inkar etmeye kalkışma.
Evet ayıpsa ayıp, sapıklıksa sapıklık. Beni yüz yüze tanıyan herkese sesleniyorum buradan, hem cinsel hem mental sapığım. Dilimden sildiğim cümleleri söyleseydim eğer bu toplum beni kabul etmezdi. Ondandır ki çoğunuzla konuşmuyorum zaten.
Sen şahıs önemli diyorsun ben içerik. Sen insanları seviyorsun ben düşündüklerini. Emin ol cehennemde hiç bir insanın önemi olmayacak, sadece düşüncelerimiz için orda olacağız. Eğer sen deniz kenarındaki kayada oturduğumuz gün söylediklerini halen düşünüyorsan, emin ol yanlız kalacaksın, karanlık odalarının duvarlarına posterini asacak genç kızlar, ama sen yanlız kalacaksın.
Baktığın yerin benimle alakası yok, duydukların da benim cümlelerim değil. Cesaretin varsa tanı beni, bakalım başedebilecek misin?
Saygılar,
Şemsettin.
Wednesday, February 17, 2010
Çok istedik be abi!
Öncelikle olmak istedik, kendimiz olmak. Kim olduğumuzu keşfedip ona göre davranmak. Taklit mi etmeliydik, orjinal mi olmalıydık, farklı mı olmalıydık. Hatta farklı olmaya çalışıp, tüm o "farklı olmaya çalışan" modasının müdavimleri içinde sıradan mı olsaydık. Annemiz, babamız mı bize sağlıklı bir örnekti, yoksa ünlüler mi? En iyiyi bulmayı istedik.
Sonradan olduk zannettik, kendimize bir eskiz çizdik, gün geçtikçe renklenir sandık. Bu dünya bize renk vereceğine, rengimizden çaldı. Aynen kurşun kalemle çizilmiş, saklanmaya çalışılan eskizler gibi olduk. Rengimiz dağıldı, şekiller birbirine karıştı. İşte o anda farketmedik toplumun bizi kendine benzettiğini. Farkettiğimizde ise herşey için artık çok geçti. Renkli olmak ve aynı zamanda kendimiz olmak istedik.
Sonra kendimizden bıktık belki de keşfetmek istedik, başkalarını keşfetmek. Onları tadmak, onlarmışcasına yaşamak, hissettiklerini bilmek, bildiklerini bilmenin güzelliğini hissetmek. İnsanları tanımak, onların bahçelerinde gezmek meyvelerinden yemek istedik. Belki tenini değil de kokusunu istedik çoğu zaman. Her insanın arasında gizli bir bağ olduğuna inanmak istedik.
Yalnız kalmak istedik sonra, kimsenin bizimle bağlantısı olmadığına inandırmak istedik kendimizi. Kimsenin bizi anlamayacağına inandık, bizi terketmeyecek kadar cesur insanların olduğuna inanmadık. Yalnızlığın bizi içimizdeki öze daha yakınlaştırdığını, yeteneklerimizi daha çok ortaya çıkardığını düşündük. Sonra birisi tuttu kulağımızdan ve "yapma bacım! hata ediyorsun. kendimden biliyorum, yalnızlık iyi ve güzel bir şey değil. kendimden biliyorum. hafta sonları sürekli evdeyim ve her haftasonu yürümeyi unutma korkusu ile yaşıyorum." dedi. Kötü hissettirdi bi'an. Düşündürdü beni inanmazsın. Ama düşünmek istemedik be abi, gerçekten yanlızlığı iliklerimizde hissetmek istedik.
Sonra yetmedik kendimize gelişmek istedik, daha iyilere daha yükseklere ulaşmak istedik. Uçurtma gibi değil, kuş gibi yükselmek istedik, kimseye ve hiçbirşeye bağlanmadan. Çırpındık saatlerce, yorulduğumuzla kaldık. Yükseklerden atladık bir yerlerimizi kırdık. Doğuştan uçma yeteneği olanların süzülerek çırpınmadan uçmalarına imrenerek ve kıskanarak baktık. Evet belki uçmak değil kıskanmak istedik.
Sonra sevmek istedik be abi, çok istedik. Anıyı, eğlenceyi, jetonu, salıncağı, kaydırağı, köpükte oluşmuş baloncuğu, kanı, yarayı, teri ve nefesi paylaşabileceğimiz birini istedik. Hem yaptıkları, hem de sadece varoluşu bizi heyecanlandıracak birini istedik. Onunla eğlenceli bir çizgifilmin bölümlerinde küçük roller almayı istedik. Kimse bizi bilmesin, kimse bize karışmasın, ama lunaparktaki tüm oyuncaklar bizim olsun istedik. Sınırsız jetonumuz olsun ve her oyuncak farklı günlerde farklı anılar yaratsın bizimle istedik.
"Biz çok istemedik be oğlum! Onlar sadece gözünde büyüttü."
Monday, February 15, 2010
Bir anda değişir bütün işler!
Ben kaldım, o kalmadı. O tüm sahteliklerini, numaralarını, acılarını, kanırtmalarını bana bıraktı. Hepsi üstüme yapıştı, çıkaramıyorum. Bu kokuşmuşluğun içinde sadece tek cevap vardı aradığım. Ben ondan çoktan gitmiştim… Ama bilmeliydim sevdi mi? Ne saflık ama… Buralarda kimse kimseyi sevmez ki!
Sıcak bir gülümsemeye, etli bir ‘Seni Seviyorum’a, hissederek terli terli sevişmeye tavdım oysa… Korkarım ben bu sahteliklere az kaldım. Güzel bir yüz ve vücuttan daha fazlasıyım… Anlatamadım. İçime giren adamlar gerçekten içime giremediler bir an bile… Tenime dokunanlar gerçekten dokunamadılar. Kimse isteyerek silmedi gözyaşlarımı. Kimse egosunu okşamak için değil de, özlediği için yana yakıla çalmadı kapımı. Benim böyle olmamam gerekirdi değil mi?
Hayatın bu kadar zalim olmaması… Bir telefon yok beklediğim. Bir ses çıkmıyor duymak istediğim. SMS’lerle sınırlandırılmış aşklarımız. Anlık zevklere satılmış duygularımız. Farkında mıyız? Kovala, kovala, amaçsızca savrul oradan oraya. Bu muyuz ya? Bu mu küçükken özendiğim şey? Bu muydu beni bekleyen? Böyle olmamam gerekirdi… Kocaman hayallerim vardı. Yüreğimde bitmeyeceğini sandığım sevgiler… Şimdi o kız kaçıyor her şeyden, herkesten…
Aldatılmaktan ve kandırılmaktan yorgunum. Özledim çok özledim eski günleri. Yıpranmamış duygularımı, saflığımı, korkusuzluğumu özledim. Herkesi güldürmekten sıkıldım. Çözüm üretmekten daraldım. Benimkisi bozuk pil misali fişe taksan da şarj olmuyor artık. Milletin dini yalan olmuş. Uzaylı istilasını beklemeye gerek yok; dünyanın sonu zaten gelmiş. Kötülük dört bir yanımızı sarmış. Sızlıyorum, inanmak istiyorum ...
Wednesday, February 10, 2010
Uğurlu Sayım : 2
Evet aynen öyle, uğurlu sayım 2. Bunun doğum tarihimin 02.02 olmasıyla veya şu anda 22 yaşında olmamla, hatta 2000'li yıllarda olmamızla hiç bir ilgisi yok. Ha inanıyor muyum uğurlu sayılara hayır, orası başka bir konu.
Bir de 17 yaşımı çok sevmiştim. Hatta 15 yaşımdan itibaren soranlara 17 demeye devam etmiştim. Neresinden baksan 5 yıl filan 17 yaşında kaldım ben. 20 olunca utandım biraz, baktım "teenager" filan kalmadı, dedim artık 20 olmanın zamanı gelmiş. 21'i de soranlara 20 yaşındayım diyerek geçirdim. Ancak şu uğura şu güzelliğe bakar mısınız? 02.02.1988 , 02.02.2010, 22 yaş. Estetik ve güzel geliyor. Şimdiden haber vereyim en az bi 5 yıl 22 kalabilirim, dikkatli olun.
Fazla uzatmayacağım, uzatacağım yazılar yakında www.mehmetaliabbasoglu.com veya www.noktasizvirgul.com'da olacak. Herhangi bir sosyal medya sitesinde de noktasızvirgul kullanıcı adıyla bana ulaşabilirsiniz. Saygılar Sevgiler.
"2"
Wednesday, February 03, 2010
Sevgili noktasizvirgul,
Evet, hayal meyal de olsa hatırlıyorum, sen vardın ben vardım bir iki kişi daha vardı etrafımızda önemsiz olan. Nerede olduğumuzu hatırlayamıyorum, sadece bir çember oluşturmuş duruyorduk. Birisi birşeyler anlatıyordu diğerleri dikkatle dinliyordu. Biz sanki aramızda konuşuyormuşcasına birbirimize bakıyorduk. Sonra yüzümüze boya sürmemizi istediler, bunun bir savaş olduğunu söylediler. İnandık, yüzümüze saçma sapan şekiller çizdik. Aynı safta savaştığımız insanları bile kıskandık savaşta bizden daha yetenekliler, daha çok insan katlediyorlar diye. Sayısı önemli değil, epey epey zaferlerimiz oldu seninle. Daha sonra çitlerle kapattılar bizi, ben farkında değildim, sen gülümsüyordun. Dediler ki bu bir yarış artık, savaş değil. Önde gelen kazanır. Semer vurdular üstümüze, bindiler sırtımıza. Yarışmaya başladık. Beni bilirsin, yarışmayı bilmem. Tamam itiraf ediyorum kazanmayı bilirim ama yarışmayı bilmem. Başkalarının kaybetmesinin hüznünü kendi kazanma sevincime çeviremem ben. Sor o etrafımızdaki önemsiz insanlara, beni sevenler de sevmeyenler de benim yarışmayı bilmediğimi söyleyecektir. Hep senin yarışmayı bilmeni istedim, benim beceremediğim kurallara uymanı ve hep kazanmanı istedim.
Olmadı belki, empati yeteneğimden nefret ettim sayende. Sağ elim seğirdi yine, gözlerim doldu birden. Seri seri bacağımı sallamaya başladım, hızlı hızlı sağa sola bakındım. Söyleyecek birşey bulamadım. "I Felt like putting a bullet between the eyes of every Panda that
wouldn't screw to save its species. I wanted to open the dump valves on
oil tankers and smother all the French beaches I'd never see. I wanted
to breathe smoke." İstedim o an, eğer etrafımdaki pandalara acımasaydım, yıllarca Fransızca öğrenmek istemeseydim, ve dumandan nefret etmeseydim yapardım. Sadece birşey söylemek istedim sana, ben senin başarılarını değil seni sevdim be çocuk. İçindeki o insanlık özünü. Yaptıkların, dediklerin ve başardıklarının benim için hiç önemi yok.
Sen de beni anlamaya çalış ama, yeni insanlar keşfetmek istedim. Bilirsin düşenlere karşı apayrı bir zaafım vardır. Onlar düştüğünde yanlarına düşmeye çalıştım. Birisi yanına bile düşürmedi beni, diğeri düşmeme izin verdi. Sonu nereye vardı? Ulaşmak istedim insanlara. Anlatmak istedim insanlara 2'ye ayrıldıklarını. "Mutsuz olanlar" ve "Beni tanıyanlar"... Ya ben anlatamadım, ya da onlar dinlemedi. Şimdi burdan bağırsam onlara, desem ki "Beni silmen geçmişini unutmanda sana yardımcı olmayacak! O anıların kalbini her zaman kanırta kanırta yara yapacak!", duyarlar mı? Hiç sanmam.
Kusura bakma kardeş, micro-blogging bu kadar ünlü olmuşken, halen geri kafalılık yapıp eski tarz yazıyorum ama olsun, okuyanın ayı geçti okumayanınki geliyor.
Kal sağlıcakla.
Sevgilerimle
Şemsettin Bulut.
Sunday, October 11, 2009
Ve Yağmur Yağar
Yağmur : Sekiz aylık çalışmadan sonra, en sonunda hayatım kontrol altındaydı.
Bulut : Kimin kontrolü altına? Umutsuzluğu bırakıp haftada bir grup halinde düşünen isimsiz seks manyağı yağcıların mı?
Yağmur : Tabi doktor, sizin daha yüce bir güce inanmanızı beklemezdim. Zaten Tanrı olduğunuzu sanıyorsunuz.
Bulut : Al.
Yağmur : O ne öyle?
Bulut : Taksi paran.
Yağmur : Beni dışarı mı atıyorsun?
Bulut : Dört saat sonra bir ameliyatım var. Eğer biraz uyumazsam birisinin hayatını kaydırabilirim.
Yağmur : Ya benim hayatım? Hayır, olmaz öyle. Gitmiyorum. Kendime saygım bundan daha fazla.
Bulut : Hadi ama! Bu yoldan 12 adım uzaklaşma zamanın.
Yağmur : Sen narsisist piçin tekisin, anladın mı?
Bulut : Değiştirebileceklerin ve de değiştiremeyeceklerin arasındaki farkı anlayabilmek için gerekli bilgeliği ister misin?13. adım: Herşey yok olur. Aşk, ağaçlar, kayalar, demir, plastik, insanlar. Hiçbirimiz kurtulamayız. Bir grubun arasına sokulup bununla bir gün yüzleşebilirsin veya vücudun bir başkasınınkiyle temas ederken bir anlık da olsa, sana yürüyen bir kül yığını olduğunu unutturmaya yetecek kadar zevk açığa çıktığına şükredebilirsin. İşte, gerçek budur. Eğer güçlüysen, bu seni özgür kılar. Eğer zayıfsan, bu seni... sen yapar.
Monday, September 21, 2009
d ü z e n l i s e k s y a p a n ı r m a k l a r k a b i l e s i
Canın sıkılıyorsa bana bir makale yaz, orospuların amorti organlarını anlatan; sonra biraz eroin vururuz şehrin en ciddi arterlerinde; gelip geçen arabaların ön ve arka camlarına taş atarız; yan camlardan genellikle çünkü çocuklar bakar ıslak ıslak. Sen bakarsın ıslak ıslak. Sinyalizasyonun en muhteşem rengi gözkapaklarına vurur, dudaklarının çatal arasına vurur, kaşlarının kalkık isyanına vurur; ben sana vururum, sen bana vurursun, birbirimizi önce döveriz, sonra birbirimizi öpe öpe bağışlatırız birbirimize birbirimizi.
Ben bir'i seviyorum, sen iki'yi; bak, eşitiz. Ah, tabii, buradan uzakdoğu görünüyor; ben bunu ciddiye almamıştım. Buradan Irak, buradan Amerika'nın Çin'i istila düşleri görünüyor; ben bunu Nâzım'a yazmıştım, Paz'a yazmıştım, bir tek Kafka cevaplamıştı. Ama Kafka'ya tek satır yollamamıştım, o hissetmiş, hemen tepki vermiş. Sait'i benim için öp, demiş. Sait öldü. Sait ile Faik, aslında ikizdiler; Sait, hep hırpalardı Faik'i; ona nankör derdi. Sen balık, yiyorsun. Balık yenmez, balık yüzer derdi. Sosyalizm yenmez, sosyalizm yaşanır derdi.
Canın sıkılıyorsa bana bir deneme yaz, eşcinsellerin kaç deliği olduğunu tez haline getiren. Chat'teki faşistleri yaz, aldatan, buluşan, döven. Bana uzak bir şehirden gelen delikanlının gözlerindeki o endişe dolu aşkı anlat. Onun dudaklarındaki sırf mavi haritaları anlat. Citygide'ları anlat onun titrek parmak uçlarında biriken. Sevdiği kızı anlat. Ben seni dinliyorum. Mersiye ol bana. Mersiyeye sıkışan tahakküm sınırını anlat. Naziredeki esrar kompleksini, ele geçirilen uyuşturucunun piyasa değerindeki düşüşü, ırzımdaki asker kökenli, gelenekçi, ahlaksız şairleri anlat. Canın sıkılıyorsa, bana beni anlat. Ben dinliyorum. Ben sende tatildeyim. Ben sende bir şezlong problemiyim, hususi vasıtayım, kısa menzilli sevdayım, klorofilim, pikrik asidim, oyum işte; ne diyorsan oyum, oyuğum.
Ben iki'yi seviyorum, sen bir'i; bak, eşitiz. Bir imla kılavuzu duruyor sereserpe vücudunda: Bütün kelimelerin doğru, bütün işlemlerin tamam. Sağlaması yapılmış bir çarpım gibiyiz sevişmelerden sonra: İkimizden biri sıfır olsa, diğeri ise istediği büyüklükte bir sayı; farketmeyecek sonuç = sıfır. Bunun endişesiyle sevişiyoruz hep. Ya yataktan sıfır çıkarsa diye.
Canın sıkılıyorsa bana bir masal yaz; kim bilir belki sen de zengin olur, şatolarda yaşarsın cücelerinle. Oysa onlar cüce değil, senin boyun uzun. Senin boynun uzun, ellerin uzun, öpüşün uzun. Geceleri, büyük bir melankoliyle camdan dışarıya, yağan yağmurun altındaki far ışıklarına bakışın, o bakışın uzun. Üzülme beni bırakıyorsun diye; biraz vakit geçirdin kısaca, oyalandın işte; insanoğlu, oyalandıkça büyür. Geçip giden hiçbir şey gaflet sayılmamalı, zaman dahil. Zamanın aklî dengesini bozan trajik sevgililer olacağımıza aynı hastalığın iki farklı belirtisi gibi yaşarız başkalarının vücudunda. Daha çok çiçek açarsın, salacak daha çok kokun var zulanda. Şüphesiz, eklenmeye gelmedin ya dünyada birine, birilerine - start hakemin de yok parmağının kasıldığı tetikte. Korkmuyorsun da: Ya namludan sıfır çıkarsa diye. Ben seni dinliyorum.
Sen bana olur olmaz, sevdiğin kişinin kamera arkasını anlat. Çekim hatalarını. Onu ilk ilhak edişini. İşgale koşan istila güçlerinin salyalarını, irileşen gözbebeklerini, bir yengecin atak yaptığı sırada, aslında yana ilerlemesinin hayvanda yarattığı depresyonu, kumsaldaki diğer deniz yaratıklarının bunu alay konusu yapmasını, bu salaklığın nesilden nesile aktarılmasını, o yengecin bana benzediğini, benim o yengece benzediğimi, benzeşen şeylerin sıfıra karşılık geldiğini, evet, hep bunları anlat. Ben seni dinliyorum. Konuşur gibi yazarlar ya, konuşur gibi dinliyorum seni. Konuşur gibi sustuğuma da bakma; kendisiyle oyalanılan bütün nesneler kadar gizli özneye has gizli bir özgüven bu. Çember ile daire'nin arasındaki fark kadar, yani bir alan sahipliği meselesi. Gurur meselesi. Ur meselesi.
Tahtından indirilip boynu vurulmaya götürülen çocuk padişahlar, "Eve mi gidiyoruz, oyun bitti mi?!" diye sormuşlar mıdır?! Kaç çocuk sevgilinin boynunu vurdun sen?!
Ayağı kırıldığı için öldürülmesi gereken atlar, "Ben yalnızca bir ayakmışım yalnızca!" diye söylenmişler midir kendi kendilerine?! "Ve nal, hani uğur getirirdi?!"
Ayağı kırılan kaç sevgiline silah çektin?!
Kaç filme yarısında girdin, kaç filmin yarısında çıktın; kaç aşka sürpriz başlangıç yaptın, kaç aşkın ortasında bir 'game over' hissi kapladı içini?!
Canın sıkılıyorsa müzik setine en vahşi parçayı koy ve doktorunu ara:
"Her gece rüyasında
boynu kırılarak ölmüş birini gördüğünü söylerdi
ilk sevgilim.
İkimiz de henüz altı yaşındaydık ve ben
ne zaman çukulata yesem
altımı ıslatıyordum kahverengi ve sütlü.
Annem, "Bu çocuk gerizekâlı" diyordu
babama, babam ise televizyondan ayırmadan bakışlarını
"İyi!" diye mırıldanıyordu ağzının içinde
ağzının içindeki patlamış mısırlarla birlikte çiğneyerek kelimeleri
"Şair olur belki ilerde!"
Aleni tahrik unsuru. 'Modern zamanların şartlarına aşina bir yaradılış kabiliyeti' besbelli. İlk sevgilimle kibrit kutusunun içinde beslediğimiz ilkel tanrı kıvamında bir toz örümceğimiz vardı. Besliyorduk, ama ne ile beslendiğini bilmeden hayvanın. Bir keresinde sevgilim -ki ilkti, "Bu bizim kızımız!" dedi, "Çiftleşmeden hallettiğimiz kızımız! Büyüyünce itfaiyeci olsun istiyorum!" "Salak!" diye çıkışmıştım ona, "Örümcekten itfaiyeci olmaz! O ilkel bir tanrı, amip gibi yani, tek hücreli bir ilah! Çekirdeği küçücük!" "Küçük çekirdekli! Küçük çekirdekli!" diye alay etti benimle. Aleni tahrik unsuru. İlk sevgilim, evlerinde çıkan bir yangında öldü. Toz örümceğinin yaşadığı kibritle oynarken.. Henüz altı yaşındaydı ve altı santim bile yoktu boyu. Ama altı gram kadardı beyni, eminim. Altı gram kadardı büyük büyük babalarının toplam ağırlığı. Annem, bağıra bağıra ağlayarak helva pişirdi bütün gün. Sonra bütün gece bir tencere helvayı yedi babam, televizyon haberlerinde yangından söz edilmemesine içerleyerek.
İlk sevgilimin üstünden bayağ' sevgili geçti Ve ben artık altı yaşında da değilim Annemi ve babamı gömeli çok zaman oluyor En az üç cumhurbaşkanı ve iki rejim değiştirdik Kilometrelerce kumaş harcandı yeni yeni yeni tasarlanan bayraklarda Tüm Ortadoğu'yu kapsayan bir club açtı Amerika adı gala geceleri kırmızı halı serilse tüm evrene, ne halıdan ne benim aklımdan geçer."
Canın sıkılıyorsa bunları düşün bir ara; koy karşına sıfır'ı ve ona istikrarlı yaşanmış bir hayattan, alıntılanmış yarım mısralar ısmarla. Canın sıkılıyorsa...
Küçük İskender
Friday, September 04, 2009
Parlak Kaplı Defter
İstesek de istemesek de beraberiz yavrum."
Şemsettin: Ne oldu lan gene, sıkkın sıkkın bakınıyorsun etrafa?
Noktasiz: Şemsettin bi sktir git ya, uğraşma benle, biraz yanlız bırak beni.
Şemsettin: Bana anlatmıyacaksın da kiminle paylaşıcaksın, gelir sorarsın ama bişeyler...
Noktasız: Bilmiyorum ki Şemsettin, birden bi sıkıntı basıyor üstüme, yağmur yağacak gibi bulutlar toplanıyor ama bir türlü yağdıramıyorum.
Şemsettin: Yüksek bir yerlere çıkalım mı? Bulutların içine bakarız hem, nasıl yağmur yağdırılacağını öğreniz.
Noktasiz: İşin gücün yok galiba senin, bak ne diyeceğim, sen git öğren gel, ben de sen gelince tekrar yanına gelirim. Stajıma geri dönem gerek benim.
Şemsettin: Yine savdın ya beni başından, hadi bakalım.
Şemsettin'i başımdan savmış olmanın özgürlüğüyle, gittim 2 renk sprey duvar boyası aldım. Cyberpark'ın o sıkıcı bunaltıcı duvarlarına resimler çizdim, yazılar yazdım, istediklerimi soyut bir şekilde anlatmaya çalıştım. Daha sonra Bloklardan birinin çatısına çıktım ve aşağı atladım. Çok eğlenceli ve güzeldi, taki Şemsettin beni yakalayana kadar.
Noktasız: Öğrendim oğlum, öğrendim. Sen git bulutlara sor ben biliyormuşşum zaten.
Şemsettin: Bana da bulutlar cevap vermedi zaten, eee nasılmış anlatsana.
Noktasız: Dur anlatırım, Cyberpark'ın güvenlik görevlileri geliyor. Kaçmamız lazım.
Orman değiliz artık milli parkız."
Thursday, September 03, 2009
Tanıştırayım...
Şemsettin: Oğlum, ben galiba halisünasyon görüyorum.
Noktasız: Yok oğlum, onlar arkadaşlar. Hoş geldiniiizzz.
Şemsettin: Ya manyak mısın? Hani nerde bunların gölgesi bile yok, hem ben senin arkadaşlarının hepsini tanıyorum.
Noktasız: İyi iyi tanıştırayım, aman eksik kalma. Şu Bulut, yanındaki kız Latife, onun arkasındaki güleç suratı olan Ege, en arkadaki sağlam duran da Demir.
Şemsettin: Seni iyi görmüyorum Noktasız, ben kimseyi görmüyorum, sadece seni çok yüksek misin yiyecek misin diye deneyeyim dedim.
Noktasız: Çok konuşma da kay, Latife senin yanına oturmak istiyor, hoşlandı galiba senden. Hadi yine iyisin Şemsettin, benim arkadaşlardan çalışıyorsun.
Sevgili Şık Latife,
Ben bu sabah saat 7:00 de kalktım, dün gece "Accross the Universe"ü izledim. Yani izledim dediysem hafif uçuyordum, yanlızdım evde. Ya uff iyi, sardım bişiler izledim işte, ama sana söz veriyorum bir daha sarmayacağım uzun bir süre. Film çok etkiledi, çok beğendim. İçimde daha önce keşfetmediğim birçok yönümü keşfettim. Güzel müziği ne kadar sevdiğimi, resim yapmayı denemeyi ne kadar özlediğimi, oturup uzun uzun bağıra bağıra şarkı söylemeyi ne kadar özlediğimi.
Film'in sonlara doğru yaklaştığını farkettim ve kapatıp yatmaya karar verdim, çünkü biliyorum. Kız dönücekti oğlana denk gelicekti barışacaklardı filan, istemedim "amaan bitirelim artık bu filmi de" tarzında bir son izlemek istemedim. Dediğim gibi 2:30 da yatmış olsam da üşenmedim sabah 7:00 de kalktım, bir güzel oturdum filmi bitirdim, dün akşamdan kalan yarısı kopmuş bir sigara buldum onu içtim. Düşündüm, evdeki o ayna kaplı dolaplarda kendime baktım. İçime bir sevinç doldu, ufaklığımı gördüm, pijamaları ayaklarının altına gelmiş uzun gelmiş paçaları, saçı başı dağınık, kendini hiç bir zaman yakışıklı bulmayan, her yüzünü yıkadıktan sonra yüzünü kurulayıp aynaya bakmadan önce hah diyordum, Tanrı dualarımı kabul etti, aynaya baktığımda süper yakışıklı birini görücem. Olmadı hiç bir zaman gözlerinle gördüğün üzere. Öz güvenimi de almış istanbula giderken alçak şems. Neyse onun geri bana döndüğünü görmek mutlu etti. Belki fark etmişsindir zaten önu özlediğimi blogda filan yazmıştım.
Her neyse bir şarkı açtım, aynanın karşısında dans ettim. O tutarsız çirkinliğime, o dağınık saçlarıma, o yabancılaşmış bedenime bir kez daha baktım. Sonra hiç bir şeye değil de o bedene acıdım, olmaz dedim, onun bir suçu yok. Koştum, filmlerdeki gibi perdeyi ani bir hareketle açtım, ışık gözümü aldı, çok hoşuma gitti. Gövdem ısındı bir anda sanki.
Biraz daha dans ettim bu aslında kendiyle küsmüş insanla. Sonra duş almaya karar verdim. Kendimi tamamen çıplak görünce garip geldi biliyor musun? Utandım ve garip geldi, sanki 6-7 yıl öncesine dönmüş gibiydim. Sonra şöyle duruşuma bir çeki düzen verdim, aynaya bir daha baktım, :) hoşuma gitti. Duşta sıcak su ve köpük ile sevdim kendimi,. Hayır diyeceksin bunları niye anlatıyorsun, tamam arkadaşız da sapık mısın ? diyiver ne olcak. İlk defa hayatımda kendimi seviyordum, böyle kendime bakmamışşım hiç, tenim bile beni özlemiş ya. Çok sevdim ben bu sabahı.
Sonra saçlarımı orta okuldaki gibi yaptım. Aynaya baktım, o kadar büyüdük diyoruz ya, bi skm miktarı bile büyümemişşiz. aynıyız mna koyayım. Sevindim lan büyümemeye, yaşlanıyorum ne güzel, sadece dışım. İçim halen gencecik, halen bluğ çağında, her yaptığı yaramazlık sonrası annesi gördü mü acaba, azarı veya oklavayı yiyecek miyim diye etrafına bakan biriyim ben. Mutluyum ulan.
İşe gelirken radyodaki şarkıya bağıra bağıra eşlik ettim, güldüm, eğlendim, ağladım, üzüldüm. Ben galiba kendimle barıştım bu sabah.
Bu arada sevdim ben seni küçük kız, her yüreğim darlandığında kaçacak bir sığınak gibisin bende, veya her süpper haber aldığımda arayıp, kız bunu şaraplandıralım mı diyeceğim birisi. Zamanı geldiğinde bir taraf seçeceksin, veya seçmek zorunda bırakılacaksın diye çok korktum. Bundan sonra da seçmek için zorlarlarsa onları seç, biz gizli gizli buluşur konuşuruz.
Öptüm civcivi yanaklarından.
Tuesday, September 01, 2009
21. Sonbahar
Geçen gün işten çıktım, radyoyu açtım. Bululara takıldı gözüm, beyaz bulutlara, Bulut Beyaz'lara takıldı. Hayallerimi sanki bulutlara vestiyere asar gibi asmışşım, yağmur bekliyorlar gerçekleşmek için. Sonra uzun süredir önüme bakmadığımı ve küçük yokuş aşağı bir yolda hız yapmaya başladığımı farkettim. Bilkent Center'ın arka yolundan önüme biri atladı, var gücümle frene bastım ancak ya frenlerde bir sorun vardı, ya da ben yanlış pedala basıyordum. Appa gittikçe hızlandı, daha sonra yükseldiğimizi fark ettim. Bi önceki gece de başıma gelmişti bu olay, valizlerimi bıraktığımdan beri sık sık başıma gelecek sanırım. Yukarıdan dünya çok daha anlamsız bilmem tahmin edebiliyor musunuz?
Konur'da boş bankta bir teyze gördüm konuşup dertleşmeye karar verdim. Teyzemin yanına oturdum. Muhabbet ediyorum, ben anlatıyorum o dinliyor, ben soruyorum Şemsettin yanıtlıyor. Teyzem soruyor ikimiz birden şaşırıp kalıyoruz. O güzel elini ayağını kırdıkları heykel olan teyzem konuşuyor, ve Şemsettin ile benden başka kimse şaşırmıyor. Son derece doğalmış gibi geçiyorlar önümüzden. Bazıları onunla hayatımı ve sırlarımı paylaştığım için bana şaşırıyor. Sanki teyze güvenilmez bir insanmış da her sırrımı başkasına anlatacakmış gibi.
Uzun uzun konuştuk teyzeyle, ilk defa "doğru yapmışsın", "akıllıca davranmışsın", "bak büyüyorsun işte" gibi kalıplar kullanmaya başladı. "Ama ben büyümek istemiyorum ki" dedim şemsettine doğru kafamı uzatıp. Ama şemsettin gitmişti ve teyze'nin öbür yanında bir bayan oturuyordu. Sanki sırasını bekliyordu teyze ile konuşmak için. Tıkandım birden, konuşamadım teyzeyle daha fazla kız duyacak dalga geçecek diye. Sonra teyze kıza döndü ve peki kızım sen anlat bu senden utandı dedi. Aynı dertten muzdaripmişşiz, kuşlar uçuyor, ağaçlar sallanıyormuş onun için de.
Teyze çıkıştı birden, "Size ne oldu yahu, ne zamandan beri aynı derde sahip insanlar birbiriyle dertleşmeyip gelip heykellerle konuşmaya başladılar" dedi. Şok olmuştum, bir heyken onunla konuştuğum için beni eleştiriyordu. Daha sonra genç bayana baktım, "Evet" dedim. "Benim için de kuşlar uçuyor ve ağaçlar sallanıyor." O sadece çözümü yok der gibi baktı. Üşümüş olmalısın istersen üstüne birşeyler vereyim dedim. Artık sonbahar gelmişti, havalar soğumaya başlıyordu. "Gerek yok iyiyim böyle, üşüdükçe yaşadığımı hissediyorum" dedi. İşte dedim seni yakaladım, Şemsettin kız kılığına girmişti ve beni baştan çıkarmaya çalışıyordu.
İçeriden ona bir kazak getirdim sırtına örttükten sonra "Şemsettin yaptığın ayıp olmuyor mu sonbahar, sonbahar?" dedim. Döndü, bana baktı, çok masumdu ve Şemsettin olmasının mümkünatı yoktu. Ama korkmuştu benden, "Ben kalksam iyi olucak siz de sabah staja gideceksiniz" dedi. Hala sizli bizli konuşuyorduk, garipti.
Ona gece uyuyabileceği, uygun bir bankın olduğu uygun bir park aramak için dışarı onunla çıkmaya karar verdim. Sonuç olarak saat gecenin 2'siydi ve sokaklarda yanlızlığın yumurtalıkları vardı. Beraber asansör bekliyorduk. Önümde duruyor ve asansörün hangi katta olduğunu gösteren sayının yavaş yavaş azalmasını izliyordu. Ensesine baktım, boynuna, kulaklarına. Saçlarını toplamış, kuyruğu tekrar kıvırıp alttan saçlarına bir tokayla tutturmuştu. Eminim saçları sokakta uyuyan birine göre yumuşacıktı. Asansöre bindik, bana döndü. Nasıl oldu, nerde başladı, ne zaman gözlerimi kapattım bilmiyorum ama kendimi camdan dışardaki, diğer binada prostat olmasından şüphelendiğim amcanın tuvalet ışına bakarken buldum.
Kendime geldiğimde sabah olmuştu, onu uyandırmadan yataktan kalktım. Ona ve kendime baktım, hafiften uyandı. Anahtarları uzattım, "Al" dedim "Senin de bir evin olsun artık, merak etme zırt pırt gelip rahatsız etmem, geleceğim zaman da haber veririm". Anahtarları almak için elini uzatmadı, yastığının yanına koydum.
Yurda gittim, tuvaletim vardı sanmıştım, aldanmışşım. Ufak mikroplarla ve bakterilerle muhabbet etmemiz gerekiyormuş. Bağırdım onlara, ben bağırdıkça onlar şaşırdı. Şaşıracak ne var diye düşünürken, kendi kontrolümde olmadan tekrar bağırdım. Hayatımda bu kadar uzun süre bakterilerle konuştuğumu hatırlamıyorum. Sonra duş aldım, düzenli bir alışkanlığım olmamasına rağmen dişlerimi fırçaladım. Kendimi sıcakta asfalta düşmüş dondurma gibi hissediyordum, eridim ama temizlenemedim, sadece doğaya karıştım.
Appa'nın yanına gittim, "Bu sefer de tekle, beni yarı yolda bırak, istediğim yere götürme" dedim, dinlemedi. Arka koltuktan "Eee nasıldı dün gece?" diye atılan Şemsettin'in sesiyle irkildim. "Yapma" dedim "havamda değilim, seni işe bırakamayacağım bu gün, benim başka bir işim var" dedim. "Tamam" dedi "İşini beraber halledelim". İyi olur, diye düşündüm, hem arabayı ordan kaldıracak birisi gerekir. Köprüye gittim, son bir kez daha baktım İstanbul'a, beni reddeden Kuleli Askeri Lisesi'ne, dayımın götürdüğü çay bahçesine, denizden su çaldığım moda sahiline, güneşte sarhoş olduğum Galatasaray Üniversitesi'nin bahçesine, kahvaltı yapmayı sevdiğim Dolmabahçe sahiline. Demir parmaklıkların arkasına bir bacağımı attığımda Şemsettin elimden tuttu, "Daha çok erken, sen gidersen ben ne yapacağım" dedi. "Senin kendine özgü, güzel düzenli hatasız bir hayatın var Şemsettin, bunun benimle ne alaksı var?" dedim. "Seni ahmak" diye serzendi, "Ben senin içsesinim, farkedemedin mi hala?". Şok olmuştum, kafan karıştı ve elim kaydı. Yanlış anlatılıyormuş, hayatınız gözünüzün önünden film şeridi gibi filan geçmiyor. Uzun uzun yaptığınız hatalarınızı da düşünecek vaktiniz olmuyor. Evet derin bir pişmanlık var, "daha görecektik be, ne acelesi vardı" diye. Beyaz ışık da yalan, aydınlık hiçbirşey yok, zifiri bir karanlık var.
Sonra birden arkamdan taksici olduğunu sandığım bir amca tuttu. "Ne yapıyorsun oğlum? Neye bakıyorsun?" dedi. Şemsettin suya düşmeden önce yok olmuştu, ne bir su sıçraması, ne de bir hareket. Etrafımdaki koca kalabalık sadece bana bakıyordu. Parmaklıklara yaslandım ve ağlamaya başladım. Taksici amca'dan beni moda sahiline götürmesini istedim, kırmadı kabul etti.
Şimdi mi ne yapıyorum? Taş sektiriyorum denizde, 5 yapabildim ama çocukken rekorumun 7 olduğunu hatırlıyorum, rekorumu geçmeden bırakmayacağım.