Baktığımda Gördüm Yeni Tanıştığımızı... Yavaşça ve adımlarıma dikkat ederek girdim tuvalete. Aslında herhangi bir ihtiyacım olmadığı halde, kendime çeki düzen vermek için gelmiştim. Aynaya baktığımda her zamanki manzara vardı karşımda, düşünmekle pek işi olmayan sadece gününü yaşayan bir insana benzetiyordum kendimi ne zaman aynaya baksam. Ellerimi yıkamak için lavaboya yaklaştım ve suyu açtım, elimi sabuna doğru uzatırken suyu önce açmamın ne kadar müsriflik olduğunu fark ettim. Bazen saçma hareketi yapmayı bitirmeden önce onun saçma olduğunu fark ediyordum ama hiçbir zaman geri dönmüyor hareketimi tamamlıyordum. Modern otellerin modernleşme göstergesi gibi kullandıkları sıvı sabun zımbırtısının düğmesine bastım. Sabun çıkmamıştı, içimden ‘Buyurun size modernlik’ diye geçirdim. Bulunduğum yerden işlerimi bitirmeyi sevdiğim için ayaklarımın pozisyonunu bozmadan yan lavabonun sabunluğuna uzandım ve oradan aldım bir iki damla. Bu garip vücut pozisyonundayken meşgul ettiği lavabo için sırada bekleyen adamın yüz ifadesini gördüm aniden. Boyacı Hilmi Ağabey’in çocuğu’nun gol attıktan sonraki yüz ifadesine benziyordu. Ellerimi yıkarken adamın boş boş beklediği halde neden o kadar mutlu göründüğüne anlam vermeye çalıştım, ancak olmadı. Dışarıdaki gürültülü fırtına, yavaş yavaş sakinleşiyordu. Koskoca 5 yıldızlı otelin koridorunda yürürken kalebodurların çizgilerine basmamaya çalışıyordum. Yürüyüş şeklimden vazgeçmeden içimden ’25 yaşına geldin halen çocuksu davranışların var’ diye geçirdim. Masaya baktığımda, aynadaki görüntüme yakışmayacak kadar güzel bir insan oturuyordu karşımda. Sandalyeyi geriye doğru çekerken gıcırtı çıkarmamaya özen gösterdim. Aslında sürterek çekildiğinde çıkan sesi severdim ama toplumun kazandırdığı tecrübeler bu hareketin yakışık almayacağını öğretmişti bana. Yavaşça sandalyeye oturdum, karşımdaki güzelliğin gözlerine bakıyor ve gülümsüyordum. Zaten böyle birine baktığınızda içinizde ılık bir duygu oluştuğu için gülümsemeden edemezsiniz. Sandalyeyi çekerken ses çıkarmama gayretimi tekrarlıyorum. İşte sevdiğimiz yağmur, masanın yanındaki pencerenin camlarına kırbaç gibi vuruyor. Hafifçe geriye yaslanıyorum. Boynunun sol yanına bakıyorum, ne kadar da güzel. Nasıl kırılgan ve anne sevecenliği taşıyan bir boynun var. Gözlerimle öpüyorum boynunun sol yanını... Yüzün hep böyle miydi? Dudakların çocukça neşeli görünüyor. Oysa bana hep kederli gelirdi gözlerin ve dudakların... Belki de söylediklerindendir. - Artık kalksak iyi olacak sanırım. - Sen nasıl istersen. Hiçbir zaman birbirimize sevgi sözcükleri ile yaklaşmamıştık, ama her zaman aramızda çok yoğun bir sevgi olduğunu hissetmiştim. Önceki cümleni düşünmeye başlıyorum garsondan hesabı isterken. Garson çocuk masayı toplarken çatalı senin kucağına düşürüyor. Yüzünde ne bir sinirlenme, ne de garsona bir sitem var. Doğal bir şekilde karşılıyorsun. Apayrı bir şekilde yüzüne işlenmiş mutluluk senin bir parçandı sanki artık. Bundan önce görmüyor muydu gözlerim, tanımıyor muydum seni anlayamıyorum. Ya sen değiştin bu gün, yada ben görmek ile bakmanın farkına vardım. Şu sevilmeyen Tofaş modellerinden bir taksi önündeki fiyakalı arabanın tamponuna çarpıyor. Sen hep kendinden bu kadar emin miydin? Bu kadar tereddütsüz bu kadar şüphesiz bu kadar güzel mi bakardı hep gözlerin. Yoldan gözümü ayırdığım her saniye gözlerine ulaşabilmek için yarışıyorum kendimle. Ben gözlerimi yola dikkatle veriyorum, sen halen bana bakıyorsun. ‘Biliyorum’ diyorum kendime içimden, ‘burnum çok çirkin, özellikle profilden bakıldığında’. Sana cevap veriyormuş edasıyla devam ediyorum ‘yüz hatlarım da o kadar şekilli değildir aslında’. Fiyakalı arabanın içindeki havalı görünümlü adam küfrediyor, taksici bozuluyor. Elbiselerimizi değiştirmeden salona geçiyoruz. Yan yana oturuyoruz. Kendimi ilk kez sevgilisiyle baş başa kalmış ergenler gibi hissediyorum. Gözlerin önce yüzümü, sonra ellerimi okşuyor. ‘Ellerimin hep güzel olduğu söylenir’ diyorum içimden sana, ‘ama ben hiç beğenmem’. Utanıyorum, hafifçe uzaklaştırıyorum ellerimi. Kapıdan çok sevdiğimiz kedimiz geliyor miyavlayarak. Gözlerine bakıyorum tekrardan uzun uzun, gözbebeklerin titriyor. Bir şeyler söylemeye çalışıyorum daha ne söyleyeceğimi düşünmeden. Parmağınla susturuyorsun. “Şşşt” diyorsun. “Bakmaktan vazgeçme ne olursun, konuşma! Bak, birbirimizi yeni tanıyor gibiyiz.” Kedi ortamıza çıkıyor, ikimiz birlikte okşuyoruz. Üşümüş.
Thursday, August 31, 2006
Hebe Hübe Lim Lüm...
Sadede gelelim; vakit kaybetmeyelim. Örtülü ve açık mesajların gereğini yerine getirelim.
Sayın Demirel’i yeniden cumhurbaşkanı seçelim; ardından bir kere daha, beş kere daha, yüz kere daha cumhurbaşkanı seçilmesini sağlayacak anayasa değişiklikleri yapalım. Adını yetmiş beş üniversiteye, 2500 sokağa, onyüzbin stadyum, okul ve belediye parkına verelim.
Üstüne bir de “Demirel’i koruma kanunu” çıkaralım. Paralarda, pullardaki Atatürk resimlerinin yanına “hazret”in de resmini koyalım.
Başını örterek okumak isteyen kızlar Arabistan’a, erkek öğrenciler Sudan ve Pakistan’a gitsinler. Kamu alanlarında başörtüsüyle bulunmak isteyen ev kadınları da Hindistan’a Patagonya’ya, Pasifik Muz Cumhuriyetlerinden birini seçsin.
RTÜK’ü TRT’ye, TRT’yi, DDY’ye, DDY’yi Jandarma Genel Komutanlığı’na; Milli Eğitim Bakanlığı’nı YÖK’e, YÖK’ü ise TSK’ye bağlayalım. Yargı zaten bağımsız olduğu için onu olduğu gibi bırakalım.
Seçim kanunlarını değiştirelim; her ipini kıran oy kullanmaya kalkışmasın, seçmen kimliği kazanmak için YÖK yeni bir sınav işkencesi icad etsin, 100 üzerinden 60 alamayan vatandaş sayılmasın. Sınavda Milli Mücadeleye yardımcı cemiyetler, medeni hukuk, anayasa ve Recep Peker’in İnkılap Tarihimiz isimli eserinden sorular olsun.
CHP, seçim sonuçları her ne ise farketmez hep iktidarda olsun; Baykal hep başbakan olarak kalsın, Demirel zaten köşkte! Kekâ!
Rejime zararlı olabilecek zihniyetteki sözde vatandaşları fişleme işini bizzat yürütmekten vazgeçerek uluslararası nitelikteki Google, NSA veya Microsoft gibi firmalara ihale edelim çünkü biz beceremiyoruz zaten. Zararlı olduğu kesinleşen vatandaşları da Titan füzelerinin kuyruğuna bağlayıp uzaya yollayalım.
Şu yarım kalan aydınlanma devrimini de bir ara el atıp tamamlayalım; sokak lambaları değiştirilsin, daha kuvvetli ampüller takılsın. Meydanlar, parklar, tarihi binalar ışıl ışıl olsun. Lazer projektörleri ithal edelim, yukarıdan birkaç uydu kiralayıp Türkiye’yi geceleri de uzaydan aydınlatalım!
Danimarka’nın etini çimdikleyelim, Avrupa Birliği’ni dövelim; Bush’a kafa atalım!
Bütün köylere birer piyano dağıtalım; ihtiyar heyetlerini Mozart’ın partizisyonlarından imtihana çekelim, başaramayanı köy çeşmesinde ıslatıp ıslatıp dövelim; dinci gazeteleri kapatıp çalışanlarını İran’a yollayalım; kimsenin okumadığı Resmî Gazeteyi de kapatıp bilumum resmi ilan, kanun, tüzük, yönetmelik gibi şeyleri sütun santimi onbinmilyon liradan Cumhuriyet’e verelim; bakalım yine tersten manşet çekerler mi?
Yatırımları artırıp israfı önleyelim; kahveleri kapatıp fabrikalar açalım (Rahmetli Cemal Gürsel’in projesiydi ve o güne kadar bunu kimse akledememişti!), Sümerbank mağazalarını yeniden hizmete sokalım. Köy enstitülerini ihya edelim. Şehirli çocuklarına, köy enstitülerinde 2 sene staj yaptırmadan diploma vermeyelim. Halkevlerini diriltelim, Kur’an kurslarını, İmam-Hatipleri, İlahiyatları kapatalım.
Yol vergisi koyalım, mızıkçılık eden işadamlarına dayayalım Varlık vergisini akılları başlarına gelsin.
Yurdun her yanını ağaçlandıralım; tembellik edenleri döve döve fabrikalarda çalıştıralım. Dişlerimizi yemekten sonraları mutlaka fırçalayıp altı ayda bir doktor kontrolünden geçmeyi ihmal etmeyelim. Alışveriş ederken etiketlere dikkat edelim.
Tanımadığımız amcalarla konuşmayalım, terli terli soğuk su içmeyelim.
Hebe hübe, lim, lım, lum, lüm...
Konuk Yazar: Yusuf Ziya Kavak
Saturday, August 26, 2006
Onu bir gün terk edeceğim...
İlk tanıştığımızda ben 14 yaşındaydım. O ise benden oldukça büyüktü. Kendi içimde sürekli tartışmalar yaşıyordum; çünkü bana göre bir birliktelik başlayacaksa bunun ucunda “sonsuza dek” kelimesinin bulunması gerekirdi. Ancak kendi geleceğime dair planlarım onu hayatıma dahil edebilmeme izin vermiyordu. Hem onun hayatına giren ilk kız değildim, sonuncusu olmayacağım da su götürmez bir gerçekti.
Başlarda sadece dostlarımla paylaştım bu görünürdeki küçük olan sırrımı. Hepsi bu beraberlik için yaşımın çok küçük olduğunu düşünüyordu; ama hani bu türden birlikteliklerde yaşın sorun olmayacağı gerçeği.
Kendime yalanlar söylemeye başlamıştım. Sadece gönül eğlendiriyordum onunla – ne kadar aptalmışım – Ailem bu konudan haberdar olmamalıydı.
Sanırım ‘kıyametin kopması’ ile ‘yerin dibine batmak’ olarak adlandırılan durumlar tam bulunduğum hali anlatıyor. Gizledim, gizlendim...
İlk başlarda çok seyrek buluşuyorduk. Gün geçtikçe buluşmalarımızın sayısı arttı. Gönül eğlendirmek demiştim ya, işte o kendime söylediğim yalanlardan sadece biri. Birlikte çok zaman geçirmeye gerek kalmadı hayatımda kapladığı yeri kavrayabilmem için. Evet, onu seviyordum. Lakin hep aynı düşünce kafamda dolaşıp duruyordu: ‘Onun tutsağı değilim, istediğim zaman terk edebilirim.’ Buyurun size yalanlar oyununda ikinci perde. Ne zamanla hayatımın her safhasına yerleşmesini fark etmem yetti onu terk etmeme, ne de annemin bizi yakalaması. Aslında annem bizi yakalamadı, izlerimizi buldu, ardında bıraktıklarını gördü. Kızamadı, biliyordu çünkü buluşmamızı yasaklamasının bir işe yaramayacağını. O vakte kadar gizli devam ediyordu, yine gizli sürdürebilirdik.
Zaman geçtikçe birbirimize daha sıkı bağlandık. ( Yalan 3, Tabii ki sadece ben ona bağlandım, onun umurunda bile değildi.) Şu an geriye dönüp baktığımda tutunduğum yaşam halatımda 11 düğüm daha eskittim ve veren taraf hep ben oldum. O bana sadece anlık ve sahte mutluluklar hediye etti. Herhalde canımı vereceğim tek o oldu. Onun için ailemle, arkadaşlarımla ters düştüm, onun yüzünden hastalandım, ama hiçbir zaman ayırmadım yanımdan, ayıramadım...
Görüyordum, biliyordum nelere yol açtığını ve açabileceğini. Önce onu sevebilmeyi öğrendim, sonra nefret etmeyi. Aşk, sen nefrete ne kadar yakınsın oysa...Beraber olmayı istemediğim anlarda bile yanımda olmaya devam ettiğini gördüm. İrademi ezdiğine, beni kendimle bile ters düşürdüğüne şahit oldum. Başkalarını kırdım onun yüzünden ve ben daha da fazla kırıldım.
İnsanlarla arama girdi, arkadaşlarım ondan nefret etti çoğu zaman. Hatta benim bile tiksindiğim oluyordu bazen, ondan ve ruhuma sinen kokusundan. Dudaklarımın her temasında ben onun ruhundan çalıyordum, o benim bedenimden. O her seferinde yeniliyordu kendini, bense gittikçe kötüleşiyordum. Ama bir türlü terk edemedim.
Friday, August 25, 2006
Thursday, August 24, 2006
Aysel Git Başımdan...
Bir dakikalığını nefesini tut mesela veya bir bahçeden meyve al izinsiz. Evde bir şeyi kırdığında çaktırmadan geri üstüne koy ya da tanımadığın insanların dertlerini dinle. Herhangi bir tanesi götürüyor mu seni bu halinden uzağa. Fark yaratmaya çalış toplum arasında, kendini ezdirme. Pinpon topu değil raket ol mesela, bunca yaşanılandan sonra neyi değiştirecekse. İnkılâp yapamaz bir insan kişiliği üzerinde, yaptıklarının adı sadece ıslahat olur. Ülkeler ve toplumlar bir özür belgesiyle veya bir utanç heykeli ile geçmişlerinin yükünü sırtlarından atabilirler ama bir insan geçmişinde yaptıklarıyla yaşar başkalarının zihninde. Kendimizi ne kadar değiştirirsek değiştirelim geçmişteki seçimlerimiz bize sınırlı seçenek bırakır geleceğimize dair. Toplumlar başka toplumlara soy kırım yapabilir, zulmedebilir; ancak sonunda resmiyetle dolu ama kökünde basitlik kokan bir özür ile bu büyük ayıplarını sadece bir lekeye çevirebilirler. Ama insan aynı şansa sahip değil. Kıyarsanız bir insanın canına, ölene kadar katil kalacaksınızdır. Başkalarından izinsiz aldığınız herhangi bir şey hırsızlık olarak işlendiğinde sicilinize bir daha kurtulamazsınız o lekeden. 70 olmuşsa bir defa adınızın yanında 69’a indiremezsiniz sıfatınızı.
Selam durmak istiyorum bu gece her şeye: bir çiçeğe, bir basamağa, uzaklarda olmasına rağmen en yakınımdakinden daha değerli olan bir ışığa, bir hisse, bir dosta bir aşka.
Ey güneşin toprağa olan aşkının meyvesi, ey kaçak duyguların kamçısı, ey güzellikler güzeli çiçek, selam olsun sana. Çirkinleşen bu dünyada bize hala güzel bir şeylerin olduğunu anımsatmakta ne kadar yeteneklisin. Nice kanların döküldüğü, nice toplumların uğruna yok edildiği, nice verimini ve her şeye rağmen hoşgörülülüğüne rağmen sıfatından kurtulamamış topraktan güneşe uzanan yolda bir armağansın aslında. Güneş ise bir anne edasında besliyor, büyütüyor seni.
İşte burada, gençliğin özlemiyle kaçak işler peşinde koşan, basamağıyla barışık, ateşleriyle küs, yıldızlarına hayran ben, izliyorum gökyüzünü senden bir mesaj taşırsa diye. Düşündükçe kalbim hızlanıyor, her şeyi unutuyorum bir anda. Ne zor bir duyguymuş beklemek, kendimi tezkere bekleyen babalar gibi hissediyorum askerde oğlu olmayan. Dakikalar arabalar gibi durmaksızın kovalarken birbirini ben senin için bir saat daha bekliyorum, sadece belki düşünürsün beni diye. Çiçek boynunu eğiyor, içimdeki aşk ateşi külleniyor, üşüyorum, bir dostun dedikleri aklıma geliyor, üzülüyorum. Sitem ediyorum kendime, toplumun kelepçelerine boyun eğdiğim için ve insan olduğum için. İliklerimde hırstan kaynaklanan bir hareketlenme ile volkan patlamaları gerçekleşiyor. Ve işte bir kez daha…
Tutuyorum martıyı bu kez ayaklarından, ya beni de götür ya da benimle kal diyorum. Martı kalmıyor, ben uçamıyorum. Giderken arkasına bakmıyor, ben bir çocuk edasıyla biniyorum tekrardan karanlıklara. Üzülüyorum özgürlüğü için denize geri bıraktığım balıklar adına. Gülüyorum bir sessiz sinema oyununda, gömülüyorum fotoromanımın sayfalarına yeniden…
Aysel git başımdan, ben sana göre değilim
Ölümüm birden olacak seziyorum
Hem kötüyüm, karanlığım, biraz çirkinim
Aysel git başımdan, seni seviyorum.*
*Aysel git başımdan – Atilla İlhan
Şıp Şıp ....
Damlaların sesi kulaklarımın içinde bir yankılanmaydı. Uyuyamamıştım “şıp şıp” seslerinden. Her damlasında gözyaşları kesiliyordu onlarca çocuğun. Evet, sevinmeli insan çocuklar ağlamadığı için ama bu ağlamamak değil ağlayamamaktır. Geceleri ölüm korkusuyla uyuyup barış rüyalarıyla uyanan, ninni yerine patlama sesleri duyan o kadar çok çocuk var ki bu günlerde… Gecenin ters bir saatinde ağlayan Lübnan adlı bebeğin uyanmaya ve huzura ihtiyacı varken ses yapmasın diye öldürülmesini izliyoruz. Onların yerine uyumam, onlar için dua etmem gerekirken bu ses de neyin nesi. Damlaların her birinde yaşanılmamış mutluluklarım saklıydı sanki. Tecrübe kategorisine girememiş hayallerim düşüyordu bir çırpıda diğerlerinin yanına. Asıl rahatsız eden geleceğin ışığının parlaklığı değil, geçmişin karanlığının boğuculuğuydu bu gece. Damla sesleri yankılanıyordu beynimde, bir deniz feneri gibi hüzünlü dönen bir başım vardı sanki. Yaz ayında meyve veremediği için hüznünden yapraklarını döken, dallarına çocukların salıncak yapmadığı bir ağaç gibi kaldım. Güvensizdim, verimsizdim, rahatsızdım. Aslında bir melodi gibiydi sesler, bir sivrisineğin vızıltısı eklenince şimdi, bir rahatsızlık senfonisiydi sanki. Kanadı kırık martı için üzülen insanları izleyen, tüm masallarda kötü sesli olan ve tilkilere yiyeceğini kaptıran ben siyahlığımla onur duyamıyordum bu gece. Parlak cisimleri arakladığım söylenir. Buna araklamaktan çok araştırmak denir bana göre. Bana değer vermeyen onca insanın bu parlak cisimlerde ne bulduğunu anlayamadım bir türlü. Oysa hepsinin üstünde benim resmim vardı. İnsanlar kaşıklarının bıçaklarının üstüne neden benim en kötü çıktığım resimlerden koymuşlar bir türlü anlayamadım. Oysa ne zaman şarkı söylesem kovuluyorum. Her biri bir sivrisinek ısırığından beter olan şu damlaları durduramadım bir türlü. Sıktım benliğimin musluğunu, değiştirdim contasını algımın ama yine de damlıyor ve rahatsız ediyor ses beni. Oysa tuvaletteki bir sivrisinek gibiyim bu gece. İçeri girecek herhangi bir insanın kanınadır mecburiyetim. Bilirsiniz parlak olur tuvaletlerdeki, banyolardaki fayanslar, bu nedendendir kamufule olamayan onca arkadaşımın ölümü. İyice rahatsız olmuştum artık bu sesten. Uyuma isteğinden çok huzur arzusuna dönmüştü dakikalarım. Bıkmıştım buğulu aynadaki umutsuz yüzümü görmekten. Bekleyemeyeceğim bitişini. Siz hiç ağladınız mı sabunluyken, gözyaşlarınızın melodisinde…