Saturday, September 30, 2006

Aşkın Felsefede Tanımı...

***

***

Tuesday, September 26, 2006

Prologue to my Perspective - Gülay Acar

There is a fear of death in the but olso renunciation.For them life is more meaningful because they fight for a reasonWar is a kind of ceremony of blood. War is like a drug; the closer to war you are, the closer to war you are, the moreyou are adicted to living that meaning ful life. There is always a fear of death, but there is no fear when you hear thenoise of a bomb close to you. But there is fear before and after the bombs.

Monday, September 25, 2006

Schopenhauer - Nietzsche - N.v...

Hristiyanlığı hayatı baltalayan insanın boyutlarını küçülten bir yaşama yolu sayar "Hristiyanlık, hayatın en korkulası sayrılığıdır" der. Yaşamın hızını kesen, yükselişini engelleyen her şeye "hayır"; yaşamayı hızlandıran, yükselten her şeye "evet". Yanlış aldanış yaşamın gelişmesine yardım ediyor mu -ü onlara da "evet". ; kötü sayılan şeyler, örneğin sertlik, amansızlık, kavgacılık, kişinin canlılığını arttırıyor mu, onlara da "evet" . "Ama" diyecek Schopenhauer "Daha çok yaşama daha çok acı demektir, yaşadığınca çekersin". "İyi ya!" diye karşılık verecektir Nietzsche, " En yüce dağlar, en derin denizlerden çıkmıştır; en derin acılardan doğar, en derin sevinçler." İkisinin yanında oturur bu sırada, konuşmayı hayran hayran dinleyen N.v...

Wednesday, September 20, 2006

Şebnem Ferah / İyi-Kötü (Dans Pisti)

Monday, September 18, 2006

Gibidir... En çok yağmurun altında yürürken Seviyor olmaya rağmen seni Gelmeyeceğini bile bile Camın altında seni beklemek gibidir, Seni sevmek...

Saturday, September 02, 2006

Eternal sunshine - Bachelorette

Björk - Beachelorette

Pagan Poetry - Björk

Friday, September 01, 2006

18. Sonbahar
Deliler gibi yağmur yağıyordu. Sonbahar dışarıda ‘Hey, millet! Ben geldim, artık kurtardım sizi yazın sıcağından ama bilirim sevmesiniz siz beni’ diye bağırıyordu. Handan Hanım camdan dışarıyı seyrederken aynı şeyleri düşünüyordu. ‘Offf!’ dedi, yanında oturan ve bilgisayarla ilgilenmekten annesinin dediklerini pek kavrayamayan oğluna, ‘ Yine geldi sonbahar, inşallah bu sene öncekiler gibi hüzün bırakmaz bize.’ Çocuk ‘evet, haklısın anne’ diye geçiştiriverdi konuyu, oysa dışarı çıksa masaüstüne koyduğu güzel sonbahar resimlerinden kendisi de çekmeye çalışsa ne kadar güzel olurdu. Geçen sene son baharda aile babasını kaybetmişti. Belki aile içerisinde babaları o kadar etkin rol oynamıyordu ama yine de aileden bir kişinin eksilmesi onları derinden yaralamış ve evin üzerine bir kasvet dumanı yaymıştı. Geçen sonbaharları bu acıyla başlamış, sonbaharın sonuna kadar da acı omuzlarından inmemişti. ‘Bir de Pazar var bu gün’ diye içinden geçirdi Handan Hanım, ‘şimdi bu çocuğu sürükle sürükleyebilirsen. Ah Hilmi Bey, bırakmayacaktın beni tek başıma’. Sıkılarak da olsa kabul etmişti Tahir, annesine pazarda eşlik etmeyi. Sonuç olarak annesi Pazar poşetlerini tek başına taşıyamazdı, ki taşıyabilse bile onu tek başına akşamın bu saatinde göndermesi yakışık almazdı. Anne, çocuk merdivenlerden inerken çatıya vuran yağmurun sesleri merdiven boşluğunu inletiyordu. - Gitmesek mi acaba bu hafta pazara? - Sonuç olarak bu alışverişin yapılması gerekiyor anne, hep pazardan yapmazsak bu hafta çok pahalıya gelir bize. Handan hanım çocuğunun bu türden sözlerini üzerine üzülüyordu. Aslında çoğu anne, “çocuğum olgunlaşmış ve bilinçli kararlar vermeye başlamış” diye düşünüp sevinmeye başlardı ama o çocuğunun bu durumunun babasını erken kaybına bağlıyordu. Onun erken büyümesi ve ailenin maddi durumunu düşünmesi Handan Hanım’ı endişelendiriyordu; çünkü çocuğunun kendisi gibi çocukluğunu yaşayamadan büyümesini istemiyordu. Pazara doğru, belediyenin yıllardır çözüm bulamadığı su birikintili yollardan giderken çocuğun dikkatini pazarın hemen yanındaki park çekti. Çok güzel duruyordu ve bomboştu. Aslında bir parkın boş olması duruma göre güzel olabilirdi ama birden Pazar sergisindeki seçmece domateslerin en sona kalmışı gibi hüzünlendi birden bu kareyi görünce. Yavaşça pazarın belediye tarafından yapılmış, deliklerle dolu korumalığının altındaki sergilere doğru yaklaştılar.
* * *
“Gel ablacım gel! 4 kilosu 3 milyon oldu. Geeeeeel! “ Diye bağırdı Bekir Abi ileriden sergiye doğru yaklaşan Hanımefendi ve onun çocuğuna. Ali Yılmaz, babasının yanında çalıştığından beri onun kilo fiyatı tam belirlenemeyecek şekilde ayarlamasını çok garipsiyordu. Sonuç olarak herkes 4 kilo almak istemeyebilirdi. Mesela gelen Hanımefendi belki bir kilo isteyecek ve babası otomatikman kilo fiyatını 1 milyon olarak karar verecekti. Buna çok alana indirim yapmak da denilebilirdi ancak babasının iki kilo fiyatı hiçbir zaman 2 milyon olmadı. Genellikle 2 kiloyu 1 milyon 75o bine, 3 kiloyu da 2.5 milyona satardı. Bunları düşünüp babasının hangi kilo satışından daha fazla kar ettiğini hesaplamaya çalışırken yeni gelen müşterinin yanındaki çocuğa gözü takıldı. Aslında hemen hemen aynı yaştaydılar, o sıkıca giyinmiş ve annesinin yanında sadece pazarda bir şeyler tatmak, gezinip canının sıkıntısını dağıtmak için gezerken kendisi çalışıyor, babasına işinde yardım ediyordu. ‘Paranın önemini nerden bilir ki böyle ailelerin temiz çocukları, onlar mutlu mutlu babalarından harçlık alırlar’ diye geçirdi içinden. - Ali Yılmaz, koş Süleyman Amca’ndan şu parayı bozdur gel. - Peki, baba. Bekir Abi çocuğuna Ali veya Yılmaz diye seslenilmesinden hoşlanmazdı. Çünkü ona dedesinin ismini vermişti. Dedesi köy içinde sayılıp sevilen ve herkesin “Ali Yılmaz” olarak tanıdığı birisiydi, ona kimse isminin bir parçasıyla seslenmiyordu, oğluna da bu şekilde davranılmalıydı diye düşünüyordu. Bu sırada Ali Yılmaz para üstünü getirmişti ancak alıcı sıkı bir pazarlığa tutuşmuştu. ‘Bu yağmurun alında hiç pazarlıkla uğraşamayacağım’ diye düşündü. - Ablacım alırken söyledim 2 kilosunu 1 milyon 750 bine sattığımı, sen şimdi pazarlık yapıyorsun. Parayı vermeyeceksen alma! Sert çıkışmıştı Bekir Abi. Bu gün satışların iyi olmamasından ötürü sinirli olmasının da etkisiyle, poşetteki biberleri sergiye tekrar boşaltmak için davrandı. “Peki” diye cevap verdi hanımefendi, “dediğiniz fiyata olsun. Ben sadece yağmur altında olduğumuz için fiyatta biraz düşersiniz diye düşünmüştüm” Bekir Abi’nin dikkatini önce hanımefendinin yanındaki küçük çocuğun gözlerindeki hiddet çekti. Çocuk karşısında gavur varmış gibi hınçla ve sinirle duruyordu. ‘Dövücen mi len?’ diye geçirdi içinden ve gülümsemeye başladı. Sonra aklına onların da yağmur altında pazara çıkıp alışverişi kendilerinden yapmasının bir şans olduğu geldi. Bu durumda fiyatta bekledikleri indirim konusunda haklı oluyorlardı ama alışveriş çoktan bitmişti. Bekir Abi tekrardan bağırdı. - 4 kilosu 2.5 milyon oldu, yağmur indirimi vurdu. Gelin ağabeyler ablalar... Bu gün işleri pekiyi gitmemişti Ali Yılmazların. ‘Yağmur nedeniyle olsa gerek’ diye geçirdi içinden. Kamyona kasaları yüklemekten yorulmuştu ama yine de babasının ona verdiği harçlık bu tüm yorgunlukların yükünü hafifletiyordu. Kamyonla evlerine doğru giderken parkta bir bankta bunca sağanak altında oturan iki sevgili gördü. Ne kadar güzel dedi, keşke benim de bir aşkım olsa da bu harçlıklarımla ona hediye alabilsem.
* * *
Saçın da sular birikmişti, gözlerinin önünden süzülerek önündeki çimlere damlıyordu. Her saniye “Sizin için ayrılan sürenin sonuna geldik” cümlesine yaklaştırıyordu onu. ‘Bir kız için kolay tabi’ dedi kendine ‘seni sevmiyorum, artık ayrılmalıyız demek erkeğin suratına’. Ama bir erkek olunca bunları söyleyecek olan beceremezdi zaten çoğu zaman. Gözlerine bakamıyordu mesela kızın, surata bakmadan konuşanları hiç sevmezdi oysaki. Cansu’yla 6 aydır çıkıyordu Çağrı. Aslında görünürde hiç problemleri yoktu ama hep problem yaşıyorlardı. Bir iki kez Çağrı ilişkiyi sonlandırmak istemiş, ama gözlerine bakınca dayanamamıştı. Ama bu sefer kararlı gelmişti buraya. Cansu ‘Bu yağmurda buluşmayalım’ diye ne kadar diretse de sürüklemişti onu da. Cansu zaten anlamıştı ilişkinin bu gün biteceğini. Çağrı’nın son bir haftadır gittikçe soğuklaşan davranışları onu sona hazırlamıştı bir bakıma. Çağrı’nın işini zorlaştırmak istemiyordu ama bir iki kez duygusallaştıracak ve Çağrı’nın emin olup olmayacağını deneyecekti. Çağrı ise ucu tıkanmış bir hortum gibi biriktirmişti cümleleri ağzında, bir çırpıda söyleyecek ve iş bitecekti. Yana döndü, son bir kez daha göz bebeklerine baktı. Tam cümlesine başlayacaktı ki, bir dizel kamyonun motor sesi tüm parkta yankılandı. Tüm konsantrasyonu dağılmıştı Çağrı’nın. Tekrardan başını iki elinin arasında presledi ve yeniden cümle biriktirmeye başladı. “Biz sevmiyoruz birbirimizi, tamam mı? Bizimkisi sadece bir oyundu. Bir saniye kesme sözümü ve beni dinle” Her duruma karşı hazırlıyordu kendini. “ Sadece bir oyun gibiydi bizimkisi, sürekli atışıyor, şakalaşıyor ve ardından mutluluk oyunları oynuyorduk. Hiçbir zaman aşık olamadım ben sana, sevemedim seni. Hiçbir aşk şiirinde, hiçbir şarkıda gelmedi görüntün gözümün önüne.” Biraz ağır gelebilirdi bu cümleler ama olsun bu işini kolaylaştırırdı. Zaten hiçbir zaman ayrılınmayası sevgili olmak gibi bir hayali olmamıştı. Tekrardan yavaşça yana döndü.
* * *

Tahir ile annesi pazardan dönüyordu. Tahir annesi fazla yük taşımasın diye, taşıyamayacağı kadar poşeti kendine almıştı. Sürekli durup dinlenmeleri gerekiyordu. Zaten Tahir oldu olası sevmezdi parmaklarında kesik olmasını. Küçükken bir oyuncağının naylon ipini çekerken elini çok feci bir şekilde kesmişti. O günden beri çok dikkatliydi ip kesmelerine karşı. Yol ayrımının köşesinde, yolunda dolu olması bahanesiyle bir kez daha poşetleri yere bırakmışlardı. Köşeyi hızla dönen bir kamyonun sıçrattığı çamurlu sular yüzünden Tahir’in en sevdiği pantolonun dizaltı kısmı ıslanmış ve çamur olmuştu. Çok sinirlenmişti Tahir. Annesinin suratında sinirden bir iz göremiyordu. Handan Hanım ise kamyonun kesinlikle bilerek yapmadığını biliyordu, bir acele sonucu virajı hızla almış ve su sıçratmış olduğunu varsayıyordu. Çocuğunun gözlerindeki bu gereksiz sinire mânâ veremedi. Biraz daha ilerde o hüzünlü park vardı. Tahir bu kez yine aynı yere bakmayı ve aynı hisleri yaşayıp yaşamayacağını denemeyi planlıyordu. ‘ Bu park ne kadar güzelleşmiş, biz çocukken bu kadar büyük değildi ağaçlar. Topu topu iki kaydırak, iki de salıncak vardı. Sürekli kuyruk olurduk kaydırağın tırmanma merdiveninde ’ diye geçirdi içinden gülümseyerek. Annesi de onunla birlikte yapma derenin üstündeki köprünün etrafındaki meydana döndü. İkisi birden, biraz utanç, biraz çekingenlik ile hemen önlerine dönüp adımlarını hızlandırdılar. Handan Hanım ‘ bu yağmurda, burada, bu şekilde’ dedi kendi kendine. Bu gençler romantizmin içine erotizm katıyordu ona göre. Tahir’e sorarsanız çok güzel bir sahneydi biraz önceki. ‘ Ahhh’ diye iç geçirdi. Tahir’in de sevgilileri olmuştu zamanında. Hem de öyle zar zor birilerini seven türden değildi, bu yüzden olsa gerek arkadaşları ona “Şıpsevdi” lakabını takmışlardı. Yılda en az 6 kıza aşık oluyor ve bunlardan en az 4’ünü ikna ediyor ve sevgili oluyorlardı. Son yıllarda toplumun da yavaş yavaş kültür çelişkilerini tam olarak benimsemesiyle bir erkeğin bir kızla çıkması durumu ‘erkeğin ikna kabiliyeti’ne bağlanıyordu. Ayrılma süreleri ise kızın sıkılma süresine... Kendisini romantik biri olarak düşünmüştü hep Tahir; ama hiçbir zaman kız arkadaşıyla yağmur altını bir kenara koyun, soğuk havada bile buluşmazdı. ‘ Demek ki romantizm, biraz da üşümekle geliyor ’ diye düşündü içinden ve gülümsedi geleceğe dönük planlar yaparak. Yavaşça “Balıklı Bina”ya yaklaşıyorlardı. Binanın elbette bir adı vardı ama Tahir üstündeki şekillerden ötürü binaya bu adı takmıştı. Son dönemlerde 2. katın soldan 2. penceresinde bir kızı görür olmuştu ne zaman o binanın önünden geçseler. Kızı tanımıyordu ama hoşlanmaya başlamıştı oradan geçerken kıza bakmaya. Hem kız da bakıyordu ona, her erkek gibi o da kendini o dakikada daha da bir yakışıklı, daha da bir çekici hayal ediyordu. Yavaşça gözlerini kaldırdı, evet kız yine oradaydı. ‘ Ne kadar güzel saçları var’ diye geçirdi içinden. Birden yüzünün şekli değişti Tahir’in, kız ona doğru bakmıyor pencereden sarkmış endişe ile onların arkadaşın bakıyordu. Handan Hanım ve oğlu arkalarından gelen bir ağlama sesi ile irkildiler. İkisi de arkasını döndü, gelen çocuk biraz önce parkta öpüşen erkek çocuktu. Koşarak Balıklı Bina’ya yaklaştı, binanın kapısından girmesi ile kızın camdan içeri şaşkınlık ile kaçmasının aynı zamanda olması Tahir’in dikkatinden kaçmamıştı. Handan Hanım biraz duraksadı, sonra turşu yedikten sonraki ağzımızda oluşan tat sebebiyle yüzümüze yerleşen mutluluk benzeri bir gülümsemeyle yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Tahir ağlayan çocuğun 2. katın soldan 2. penceresini kapatıp, uzun uzun gökyüzüne baktığını gördü. Çocuk perdeyi kapadı. Tahir koşarak annesine yetişti, zaten yeterince ıslanmışlardı. Bu sırada sonbahar olağanca gücüyle kapıyı çalıyordu.

not: 18. Sonbaharım herkese hayırlar getirsin.