Monday, September 24, 2007

Tatil Dönüşü Yazılarını Sevmiyorum

Tatil dönüşü olaylarını da sevdiğim söylenemez aslına bakarsanız. Herkes hatırlar, çocukluğumuzdaki değişik duygulardan birisidir. Hele bir de benim gibi neredeyse her sene okulunuz ve sınıfınız değişiyorsa, sene başında tatilde ne yaptık konulu yazılar sizin öğretmenin gözündeki yerinizi belirler. Tabi o zamanlar bir de öğretmenin gözü vardı ama bu ayrı bir konu. O yıllarda pek çok uyanık öğrenci tatilde ders çalıştığını iddaa ederdi. Bense yaşadığım tatili değil hayal ettiğim, tatili bir öykü edasında yazardım. Meral Hocam, Ayşe Hocam ve diğerleri sizlerden bu konuda özür dilerim ama ne yapayım benim hayallerim hiçbir zaman gerçek olamayacak kadar güzeldiler o yıllarda.

Şimdi ise kendimi bir tatil yazısı yazmak için zorluyorum girecek bir göz veya geçecek bir sınav olmamasına rağmen. Yine hiç unutmam, son tatilinizi anlatın diye soran bir İngilizce writing sınavında tatili yerine hafta sonunu anlatan bir arkadaşımı kaybediyordum az kalsın. Tam o eski tatiller geride kaldı artık kaybetmek yok derken... Neyse bunlar sıkıcı konular. daha sıkıcılarını okumamak için gişelerden önceki son çıkış...

Tatil yazılarında bilindiği üzere tatilden bahsedilir, ama siz tam "ama ben bahsetmeyeceğim" cümlesini beklerken tatilimden bahsetmeye başlıyorum. Tatilde pek eğelenemedim deyip tatil yapamayanların ahlarını almak istemem, ancak amerikan filimlerindeki o eğlenceli ve şamatalı ayrıca hayallerimde de yer alan o tatillerden birini yapamadım. Kendimi o huzur evi edasındaki tatil kentimize kapattım. En büyük eğlencemiz, ki öyle dediğime bakmayın cidden çok eğlenceliydi, bi umut uğruna 6 km yürümek oldu. Ayrıca çok eğlendiğim bir Rock'n Coke olayı oldu. Hiç planda yokken bir anda iki arkadaşın mevzu haline getirmesi üzerine kendimi cumartesi sabahı erkenden Hazerfen'de buldum. Eğer oradaysanız, Aslı konseri başlamadan önce ana sahne önünde kola bardaklarına iddaasına taş atmaca oyunu oynayan ben ve arkadaşım Ceyhun'du. Keşke burda bir blogger olsa ne eğlenir makara yapardık diye çok hayal ettim konserler esnasında, ama ya yoktunuz ya da birbirimizi tanımıyorduk henüz. Herneyse...

Blog şu anda yapım aşamasında filan değil çünkü ciddi ciddi ben bloggerdan ayrıldığımdan beri çok şey değişmiş. Bildiğiniz ve gördüğünüz üzere beceremedim adam gibi birşeyler yapmayı. Ama canım sıkılana kadar bu tema ile devam edecek blog, Blogger Buzz'dan çalıntı değil, tamamiyle ordan ayarladım ve aldım. Okuduğunuz yazılara yorum yazmak zorunda değilsiniz, hele ki okumadığınız yazılara yorumu görsün de siteme gelsin şeklinde forward mail şeklinde sakın yorum yazmayın kalbinizi kırabilirim. Saygılar.

Sunday, September 16, 2007

Pavlov'un Köpekleri'ne göre Aşk

Bilirsiniz her zaman yağmur yağar yavaştan ve bir binanın üzerinde durur kahramanımız hikayelerde. Arka fonda her insanın içini ısıtacak müzik vardır. Kahraman genellikle çelişkiler içerisindedir. Aşık olduğu bir kadın vardır mesela... Diğer şekenek olarak ise kendini tolumun mutluluğunun ve huzurunun koruyucusu ilan etmek vardır.

Gerçek dünyada ise bu koşulları yakalamak her zaman mümkün olmayabilir. Günlük hayattaki kahramanımız, çatılara pek çıkmaz. Aradığını yerde bulur, çünkü çoğu zaman göğe bakmaz. Dışarıda ya bunaltıcı bir sıcak vardır, yada keskin bir soğuk. Yağmur yağdığında günlük kahramanımızın şehrini hüzün kaplar. Yağmur dublörlerin işine yarar genellikle açık hava sinemasında. Belki bir direğin altında başını öne eğmiş otururken yağmur altında, belki o, belki aşıık olacağı kadının dublörü, görürse onu, hele bir de yağmur hafiften kara dönmeye başlamışsa dublör aşk sahnesinin deneme çekimlerinde kendini başrol oyuncusu gibi hisseder. Pek bir seçeneği yoktur, toplum tüm seçenekleri kendisi belirlemiştir önceden. Seçebileceğin şeyler sınırlı olmasına rağmen, halen seçim yaptığını düşünüyor musun?

Bilim dünyasında ise meraklılar vardır. Gölgesiz gölge oyunu sandığımız doğayı incelerler ve deve derisine arkadan ışık vermeye çalışırlar. Oyunu izleyenlerin pekçoğu bilmez ama aydınlık olmadan karanlık, karanlık olmadan da aydınlık olmaz. Bilim dünyasında esas kahramanlar deneklerdir. Bilim insanı canlı veya cansız varlığı değişik deneyim koşullarında deneyerek sonuca varmaya çalışır. Örneğin Pavlov denildiğinde insanların aklına köpekler gelir. Pavlovun kaç köpeği vardı bilmiyorum ancak her köpeğin en az bir Pavlov'u vardır.

Bir zamanlar Pavlov'a benzer bir deneyi Fransız ünlü araştırmacı yazar Mark Twain de yapmıştır. Eşit sayıda olmak üzere farklı cinsiyetlerden insanlar toplamış ve bu insanları bir bahar günü aynı ortamam servest bırakmıştır. Bu insanların dışında deney ortamında bulunduğunun farkında olan iki de sevgili koymuştur. Bu deney farklı denekler ile birçok kez denenmiş ve her seferinde aynı sonucu vermiştir. Ortama koyulan denek insanların en az %67 si kısa süre içerisinde sevgili olmuştur. Hatta bu deney aynı denekler üzerinde tekrarlandığında ortamda et olmamasına rağmen köpeklerin ağzının sulandığı görülmüştür.

Sunday, September 09, 2007

Blogger'a Geri Dönmek İşte Bu Quiz Kadar Zordu!


Ben epey ilerledim, 24'ü çözen varsa yorum neyin yazsın haber versin.

Sevgili Kimlik,

Kendi mezar taşın, kendin olacaksın sanırım, farkında olmasan da. Ani bir kaala ani işler yapmak, senin üzerinde bir etki yaratmaz sanıyorlar, yanılmalarından bilinçsizce.

Bir defa üzerinde doğum tarihi yazmayan Kimlik olur mu hiç? Doğduğun tarihi göstermezsen bize, yani yaşını, yani insanların seni ciddiye alıp almama oranını, pek de bir işe yaramazsın.

Hem senin üzerinde doğum yerin de yazmıyor. Bu nasıl iş anlamadım. Sana nasıl bir sıfat takacak toplum? Nesin sen şimdi?Kavgacı, korkak, milliyetçi, komunist, radikal islam taraftarı, demokrat, okumumamış, kıro, geiş görüşlü, modern. Oysa toplum bilse doğum yerini, hemen koyar sıfatlarını.

İsmini yazmışlar bir üstüne kocaman! Arkanda kim var onu söyle sen bize. Kimlerden destek alıyorsun? Bağlantıların neler? Sorun olmayan bir adaya düşsen yanına alacağın 3 mafya babası kim? Seçim denizine düşsen hangi siyasetçiye sarılırsın?

Gerekli boşlukları doldurarak bu mektuba cevap yazmanı temenni ediyorum. Unutma ben mevlana değilim, adam ol da gel!

Hayatı Iskalama Lüksün Yok Senin !

Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan “Bu kuşun kanadı neden beyaz değil?” diye bir soruyla bile karsılaşabilirsin. İki ucu keskin bıçaktır bu işin… Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her zaman… Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi halin cezanda indirim sağlamaz. Sen, “Ama senin için şunu yaptım” derken o, “şunu yapmadın” diye cevap verecektir ve ne söylesen karşılığında mutlaka başka bir iddiayla karşılaşacaksındır. Üzülme, sen aşkı yaşanması gerektiği gibi yaşadın.Özledin, içtin, ağladın, güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın. “Peki o ne yaptı” deme. Herkes kendinden sorumludur aşkta. Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine engeller koyuyorsa bu onun sorunu. Bir insan eksik yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak İçin uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için? Hayatı ıskalama lüksün yok senin. Onun varsa, bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın. Her zaman ki gibi yaşayacaksın sen. “Acılara tutunarak” yaşamayı öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani, yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki…. Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor. Kitap okurken de mutlu oluyorsun Unuttun mu? Kentin hiç görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana… Yine içeceksin rakını balığın yanında. Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de cabası… Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun asıl olan yürektir. “Yürek sesi ne?” bilmeyenler, ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yasadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu… Elbet bitecek güneşe hasret günler. Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini…
Nazım Hikmet RAN

Sevgilim saçımı farketmedi ne yapmam gerekiyor?

İçimden geçenleri ne zaman kendimden saklasam bunu en iyi Freud’un açıklayabileceğini düşünüyorum. Sınırlarımızı bizim çizdiğimiz bir dünya istiyorum desem gerçekte dünyanın zaten o şekilde olduğu geliyor aklıma. Yalan dünya, bunlar boş işler, düşünme motoru yakarsın, neden benim böyle bir hayatım yok ve elimden geleni yaptım ama olmadı sözlerini sevmiyorum. İnsan incelemedikçe hayatını, değer kıstaslarını belirlemedikçe veya karar vermeden önce verdiği kararların sebep ve sonuçlarını derinliklerine kadar araştırmadıkça yaşıyorum diyemez bence. Tüm insanları cansızlıkla adlandırmak istemem ancak insanlar henüz düşüncelerini bir noktada yoğunlaştıramıyorken nasıl olur da yaşayor olduklarına kesin olarak karar verebiliyorlar anlayamıyorum. Dünyayı incelemekle başlamış herşey, bilirsiniz derslerde anlatılır. Güneşin doğuşu ve batışı, elmanın yere düşüşü, ateşin bulunması, bitkilerin büyüyüp yeşermesi. İnceledikçe insanoğlu birşeyler bulmuş ancak incelemeyi bıraktıktan sonra bu aralar genel düşünce olan gerileme süreci başlamış. Güneşin her sabah karanlığı yenmek için karanlığı bastırması insanlara birşeyler ifade etmiyor mu acaba, merak ediyorum bazen. Yoksa insanlar genellikle güneş doğarken uyudukları için galibiyetin onlar uyurken bile gelebileceğini mi zannediyorlar? Oysa şu şirin küçük kuşlar herşeyin farkındalar, onlar sevinçle her sabah kutluyorlar güneşin galibiyetini. Güneş batarken dünya üzerindeki hüzünü nasıl olur da farkedemiyoruz ki? Ya yağmurun galibiyeti? O kara bulutların başımızdan dağılması için içini dökmesi bize örnek olmuyor mu? Bulutlar fazla arttığında aşırı yağmurla selin oluşması ve yağmurun rahatlatmaya feğil bunaltmaya yaradığı… Yağmur kara dönerken beyazlığın kirin üzerine galibiyeti ve insanların yüzündeki o sebebi belirsiz mutluluğun görünüşü de mi farkedilemeyen bir durum? Hepsini boşverin aslında hayatta bunları düşünmek sadece içinizi rahatlatmaya yarar. Birşeyler yaratmak güzel benzetmeler yaptığınızı zannetmek, veya birşeyler yazmak, birşeyler yaratmak. Bunlar önemsiz. Benim amacım düşünebilmek ve bazı sınırları aşabilmek. Eğer düşünmezsek hayat bir çember haline gelir, üzerinde öğrenci seçme sınavı sorularında koşan insanlar olan. Oysa insan bilincini kullanabilirse hayat bir kıtâyı keşfetmekten çok daha anlamlı olabilir. Hayatımızın korkulukları olmasa keşke diyorum bazen, hata yaptığımızda uçuşumdan aşağı düşmekten korkmasak. Korkuluk korku için yapılmıştır çünkü, insanları korumak için değil. Düşmekten korktukça korkuluklara sarılır insan, oysa korku korkuluğun hemen yanındadır. Tecrübe konusuna ayrıca takmış durumdayım sanırım. Her yaşadığımızın bir sonraki gün için tecrübe olarak sayılacağını düşünürsek, aslında yaşadıklarımızın hepsi birer tecrübe sadece, başka bir işe yaramayacaklar. Ölmeden önce ne kadar tecrübe yaratabilirsek o kadar iyi olacak sanırım.

Google Bize Logo Yapsana!

Yıllar önce Vitamin Grubu’ nun söylediği (ki o zamanlar ortaokul yıllarımızın popüler grubuydu) komik şarkılardan biriyle merhaba demek ilginç bir tercih gibi gelebilir ancak başlangıçta fonda çalınacak daha uygun bir parça aklımıza gelmedi. (kimse duymasa da fonda hep birşeyler çalar) Google’ı seviyoruz, kullanıyoruz, kullanmaya teşvik ediyoruz. Kısacası Google’cım senin hoşuna gidecek herşeyi yapıyoruz ama bu son zamanlarda iyice artan kıskançlığımızı engellemiyor. Google Türkiye olduğun günden bugüne kadar bizim için, bize özel bir logo yapmadın. Diğer ülkeler için boy boy, değişik değişik logo yapıyorsun ama fonda çalan parçada da dediği gibi “Ellere var da bize yok mu ? “ Bizim tarihimiz, büyük adamlarımız, Dünyaya yön veren günlerimiz yok mu? Var, hem de hiç bir ulusta olmadığı kadar çok var. Fondaki parça hücum marşına dönüşmeden elini çabuk tutsan iyi edersin. Biz de “bize” özel logo istiyoruz. Google.com.tr ‘ye tıkladığımızda karşımızda Atatürk’ün olduğu, 23 Nisan’ın kutlandığı, Eurovision birinciliğimizi hatırlayan, 17 Ağustos’ta saygıyla siyahlara bürünen, Galatasaray’ın UEFA kupasını kaldırdığı güne özel, Fenerbahçe’nin 100. yılını kutlayan logolar istiyoruz. Google bize logo yapsana !!! İşte bize özel logolar. Bunlar bizim hazırladığımız logolar. Google.com.tr sitesinde bize özel logo görmek hayal değil. Harekete geçersek, sizin yardımlarınızla, Google’ı harekete geçirmek zor değil. kaynak: http://www.googlebizelogoyapsana.com/

Dün Dündür Bu Gün Bu Gündür!

Düşün, taşın biraz da kaşın, saatini ileriye al, sonra geç kalırsın sabah toplantılarına. Oysa yok toplantın, yat güzelce. Özel birşeyler düşün, fark yarat. Hediye al, hediye yak. Özel birşeyler olmalı. Canlı birşey olmalı. Evet o olmalı dersin işte geçmişteki gibi. Gima vardır Ankara’da önünde buluşmak için onca yüz olmasına rağmen yakınlarında başka yüzler arayan insanlar görürsünüz. Eğer iyi bir çocuksanız hele bir de şansınız varsa beni Gima’nın içinde veya önünde Gima’dan henüz alınmış biramı yudumlarken görebilirsiniz. Sonra uyduruk bir çanta vardır. Hediye olamaz bu diye düşünürsünüz. Toplanırsınız. Toplaşırsınız. Daha sonra Ankara’nın en güzel yerine Ankara’nın en eğlenceli ama en kötü haritasıyla gidersiniz. TCDD’ye ulaştığınızda içinizi bir çocuğun sevinci kaplarsa hemen sevinmeyin, çocuk filan değilsiniz artık. O his sadece Lunaparkta eğlenmiş ve anne elinde bir yerden bir yere göçen ufak çocukların farkedemeden düşürdüğü mutluluklardan kaynaklanıyor. İnsan özlemeli mi geçmişi özlememeli mi halen karar verebilmiş değilim. Belki genelleme yapmamak en iyisi derim kendime, ama genellikle genelleme yapılır bu cümledeki gibi. Kendimle çelişiyorum, gerekisiz yere insanlarla çekişiyorum. Populerlik ve kendini kanıtlama dürtüsü olmasa insanlardan nefret etmeyecektim biliyor musun? Hiç kendini suyun üstünde sırt üstü güneşe bakmaya çalışırken yakaladın mı ? İçeri gir TCDD’de. İnsanların uyudukları, içerisinin nasıl koktuğu çok iyi bilinen odaya dair içnde çok büyük bir sempati uyandır. Ardından trenlerin olduğu yere ilerle, telefon çalsın. Hiç görmediğin birisini gör, çok iyi tanıdığını düşündüğün bir insanın varlığını hiç bir zaman kabul etme. Haydi tut elinden insançsız dinlerinden bir tanesinin. Yetişmelisin araba bal kabağı olmadan. Mutlu muhabbetler et, içeriğini umursamadığın kirazlar gibiydi zaten o vakitler ettiğin muhabbetler. Yürüyen merdivenden ters çıkmaya çalışırken ne yapıyorum ben diye sormadın mı hiç kendine ? Koş, dere bayır koş. Yüz, dalgalar boyu yüz. Say içinden 1000′e kadar hiç birşey düşünmeden sıkılmadan. 1000 lerce kulaç at. Rap müzik dinle. Mutlu et ki mutlu olasın. Genç kalasın ve bir de zahmet olmazsa bu dünyadan zevk alasın olur mu ? İçeri girdiğinde şarakadn ters tepki al. Penaltı noktasına galibiyet golü için geç. Topu kaleciye at, o gol yiyecekse zaten yiyecektir. Hem kurtarıldıktan sonra top olmanın anlamı nedir ki? Kaleci dediğin de ağın tersi zaten. Yine de “Ay” doğacak bu gece, eğlenilecek… Herne kadar bensiz eğlence benim evrenimde olmasa da… Yanlış anladığın bir şey var belki, ama benim birden çok yanlışım var ve doğrularımı götürüyorlar. Sen de benim gibi doğrularından olma güzel kız. Yine de gül be güzel kız… *19

Circle Circle Dot Dot - Jamie Kennedy and Stu Stone

Benimle eğlenir misin ?

Şans

Yalnız bir çocuk görmüştüm, ayakları çıplaktı. Onun için üzüldüğümüz söyleyemem belki de bizim bir çoğumuzdan şanslıydı. Önünden geçiyorduk çocuğun, yanımda arkadaşlarım kahkahalar içinde gülüyorlardı. Dizlerini karnına çekmişti yakışıklı ama kirli çocuk. İlkokuldaki Türkçe öğretmenimin sözleri gelmişti aklıma… “ Elbiseleriniz eski olabilir, defterleriniz de; ancak önemli olan eski olması değildir, temiz olmasıdır.” Acaba cidden temizlik eski-yeni olgusundan daha mı önemliydi. Okuduğum yer geldi aklıma, insanların giydikleri hem yeni hem temiz elbiseler… Yanımdaki arkadaşlarım geldi aklıma, üzerlerinde hem yeni hem temiz elbiseler… Kendi üzerimi inceledim, ayağımda sımsıkı botlar, içlerinde sıcacık çoraplar. Ağlıyordu ufak çocuk, hissedebiliyordum. Ayak parmakları içine doğru çekilmişti. Gözlerinde yaş yoktu küçük çocuğun tek varlığı önündeki karton parçasıydı insanların üzerine para koymasını umut ettiği. İşine saygılıydı küçük çocuk, ayakları kesilircesine üşürken bile kartonun üzerine koymuyordu ayaklarını. Okulum, derslerim geldi aklıma… Üzerimizde en sıkı elbiselerimiz varken bile bir yere otururken altımıza kitaplarımızı yani kendi işimizi koyardık, saygısızca. Oysa onun ne ayakkabısı ne de sıkı bir elbisesi vardı. Gittikçe yaklaşıyordum küçük çocuğa, yaklaştıkça nefes alırken ciğerinin çıkarttığı gıcırdıyı işitiyordum. Arkadaşlarımdan kopmuştum, koluma giren sevimle ve güzel kız bile arkadaşlarımın gerçeksiz eğlencesin saklanbaçlarında dolaşıyordu. Elimi cebime atamadım bile, duraksayamadım bile, ayağımdan çıkarıp çoraplarımı giydiremedim ayağına… Yanından geçene kadar onu incelemeye devam ettim, üzerinde ancak yazları giyilebilecek incecik bir kısa kollu tişört vardı. Altında giyilmekten eskimiş, bu soğuk havalarda hiç giyilmeyecek bi kot vardı. Etrafıma bakamadım, kıyaslayamadım onu kimseyle, aklından geçenler hakkında düşünemedim sadece rasyonel düşündüm. Belki de benden daha şanslı diye başlayan düşüncelerimde şansa yer yoktu. Yanımdaki güzelliğin değerenini daha iyi bilmem gerektiği dersini çıkarttım gördüklerimden, daha sıkı sarıldım, üşümesin diye. Acı lacivert gökyüzüne baktım, Ankara’da en çok karı sevdiğimi hatırladım. Gülen arkadaşlarıma baktım ve muhabbetteymişcesine gülümsedim. Arkamı döndüm, yerde sonbahar yaprakları vardı, bir de çöp poşeti. Meteoroloji’nin saatine baktım, sevise kaçıracağımızı düşündüm. Acele ettim!

Kendi Kendine Konuşmaktır Aşk - Cezmi Ersöz

“Hayır, hayır ölmek istemiyorum ben! Sonsuza dek Elif’le yaşamak istiyorum… Neden peki? Ne demek neden? Çünkü onu ölesiye seviyorum. Hayır, yine yanlış cevap. Ne yazık ki yine dürüst olmadan kendine. Doğru cevap şu olmalıydı: çünkü Elif senin son şansındı; Hülya başkasıyla gitti, Canan evlendi, Esra intahar etti! Hani nerede kendine sonsuz güvenin… İşte oğlum güvendiğin deniz tükendi bak. Bir Elif kalmıştı seni sımsıkı saran, güvendiğin, anlaşabildiğin. Bir daha Elif gibi birini bulmanın ne kadar zor olduğunu biliyorsun artık. İşte bu çırpınışlarının tek sebebi bu. Kandırma kendini. Ve bu geceden sonra anlaşılan o ki, onu da kaçırdın elinden.”

Sevgili NoktasizvirguL,

Sana onlarca mektup yazdım ama yollayamadım. Bunu da yazıyorum ancak yolayıp yollamayacağımı bilmiyorum. Belki koyarım arşive ve diğer mektuplarla birlikte, “Gönderilmemiş Mektuplar” olarak yayınlarım. Ama konuşmamız tartışmamız gereken o kadar çok konu var ki, keşke diyorum, keşke yüz yüze gelsek bir gün ve vursam gözünün üzerine bir tane. Tüm benden uzakken yaptıklarım için. Geçi bilirim mor rengi seversin ama, yine bilirsin morartacak kadar sert vuramam sana.

Birisini hatırlıyorum senin yanında, mor saçlı, mavi gözlü, uzun boylu, hayalindeki çulsuz prenses değil, ancak bir önceki niteliklerin hepsinin başına güzel getirilerek sıfatlanabilecek birisi yine de. 6 yaşındaydı o hatırlarsın, kendisi anlatmıştı bize 6 yaşındaki anısını. Babasıyla birlikte tren yolculuğu için gara gidiyorlarmış. Babası banliyo treniyle( ö mü o mu hatırlayamadım şimdi kusura bakma) yolculuk edeceklerini söylediğinde, bizim muzip şirinliğini gizleyemeden

“Baba, trende banyo mu alacağız?”

diyivermiş. Trenin camından baktın mı hiç sen? Bakmışsındır ama gördün mü hiç tren camının dışında yaşananları. İnsanda değil mi tek dikkatin. Sadece yanında oturan sağır dilsiz aynı zamanda özürsüz bir yol arkadaşı, kucağında oturduğun annen, üşüyen, hatta artık hissetmediğin ayak parmakların, uyumaya çalışmaktan yorulmuş boynun, ve içindeki “neden benim kendime özel bir koltuğum yok ki?” düşünceleriydi senin ilgilendiklerin. Camdan dışarıda ışıklar yok artık, camdan dışarıda fakirlik yok, imrenerek treni selamlayan gözler yok artık. Bundan sonra baksan da göremeyeceksin için sevinçle dolamayacak. Geç kaldın anlaşılan kendi sevinçlerinin trenine. Koşsan arkadan yetişir misin? Sanmam!

Her seni uyandırmak için geldiğimde ayağınn bir tanesi mutlaka yorgandan dışarı çıkmıştır. Onu her gördüğümde gülümserim. Annen gece elinde su ile gelip seni sıkıladığında yüzünde oluşan mutluluk sırıtışını senin görmeni nasıl isterim bir bilsen. Bunları benden başka gören birileri daha varmış diye duyumlar aldım. Uzun zamandan sonra bir mektubun geldi ama o mektupdan da pek birşey anlayamadım. Sen yine de yaz güzelim, bakarsın bir gün tüm mektuplarımı, yollamadıklarımı, hepsini birlikte yollarım sana. Neyse bu mektup konusu nasıl olsa halledilir. Sen bana benden başka güzel tatli hallerini gören kişiyi söyle. Anlatıyor…

Yeni uyandığında sıcacıktır. Suratı hiç karizmatik değildir. şişmiş gözleri ile bir japona duyulan şefkati hissettirir. Bir başkasında gördüğünde gözünü kaçırdığın çapaklara işaret parmaklarınla yumuşacık dokunup almak istersin. Mırmır mırıldar. Hele gözlerini açıp da seni görünce gülümserse, bir an nefesin durmuş gibi hissedersin. Yorgandan dışarı sızmış bir ayağı, içimdeki tüm kötü duyguların panzehiridir. En zayıf noktamdır o, uyurken herkes masumdur tezinin kanıtıdır o yamuk duran, yorganlardan fırlayan yaramaz, bilinçsiz ayak. Uyku sonrası ilk saçmalama cümlelerinden tanırım ben onu. Çünkü saçlarını düzeltecek, kendine çeki düzen verecek, yüzünün anlamını istediği gibi resmetmesine yarayacak zamanı yoktur onun. Kalkar kalkmaz;- benim prensiplerim vardır bebek- diyemez o, algıları hala bilinçaltı ile gerçek yaşam arasında gidip gelmektedir. en fazla;-mm picamanı mmmmrm ters mi giymişsin mmmrrr , saçın yan dönmüş çok şirin mmmrrrmm- çıkar ağzından. Ben astığım astık erkeğim tripleri, hiç olur, bir avuç içiyle göz ovma hareketiyle.

Saçlarını seyretmeye basladığından beri ne kadar zaman geçtiğini farkedersin, goz kapakları kuşlar gibi kanatlanır, arkalarından, bi sure sonra sana bakıp takılacagına emin oldugun elmaslar ışıldar, dakikardır seyrettiğin bu guzellik seni farkedince, uyanınca, gülümseyecek kadar geç kaldıysan, birlikte gülümsersiniz çünkü o zaman kaybetmez, sonra gozlerini kapatır ve uyanması gerektiğini düşündüğü kisinin yanında uyanmıssa gercek gülümsemeyle karşı karşıya kalırsın, içinde sevildiğini farketmenin huzuru vardır kendini tutamaz taşmak ister, ardından dudaklarınla diğer sahibine geri doner.

İnsan aslında çığlık çığlığa bağırmaktadır, benim şevkate de ihtiyacım var, diye. Onun yeni uyanmış haliyle hergün yeni duygular uyanır içinde. kedi yutmuş gibi cırmalanır kalbin. Kendini yorgandan sızan ayaklara gülümserken bulursan birgün, kedi tırnaklarıyla aşk yazmış demektir kalbine.

Yok yok, üzülmedim aslında. Mutlu olduğunu bilmek, hatta seni bu kadar seven insanları yanında bulabildiği hissetmek beni mesut etti. Biz nasıl olsa hiç bir zaman bu derece birlikte olamayacaktık. Hiç bir zaman kavuşamayacak iki dostun dramı vadı belki de yanımızda birlikte olduğumuz zamanlar. Yine dostunum ben senin, yine kardeşin. Sana kırıldığım tek bir nokta var, bana bunları neden kendin anlatmadın? Neden başkalarından öğrendim? Çekindim deme bana, korktum deme. Kaybetmekten korkan zaten kaybetmemişmidir. Bu senin sözün değil midir?

Ama sen kaybetmişsin yine! Bu kez bile bile. Kendi ellerinle teslim olmuşsun polis amcalara, kaza süsü verilmiş eski sevgili davranışlarında. Kaybetmek, yeniden başlamaktır demiştin bir mektubunda, kaybetmek yeniden başlamaktır. Daha kaç farklı kılığa girebileceksin, kişiliğinin bir esneme katsayısı, bir formülü yok mu fizik çatısı altında kırılmanı kesin kılacak. Tekrardan mı değişeceksin, yeni kimlik, eski dostluklar, eski anılar. Her zaman başardın değil mi bu değişim sürecini, hiç teklemedi. Hep istediğin NoktasizvirguL’e doğru adım adım ilerledin, ama hiç kimse senin değiştiğinin farkında olmadı değil mi?

Sanırım bu mektup gönderilmeyecek. Yine de zarflıyorum biliyor musun mektuplarımı. Herbirinin üstüne adresini yazıyorum. Güzelce kapatıyorum ağzını, pullarını yapıştırıyorum ve klasördeki dosyanın içine koyuyorum. Neden göndermiyorum değil mi? Bu soruyu kendime 6 senedir soruyorum. Mektuplar sürekli geliyor, adresin ne kadar değişse de değişir değişmez mektubun geliyor, öğreniyorum adresini ama yazdığım hiç bir mektubu gönderemiyorum.

Yazarak belli etmesem de, Önünde kedi olmayan kasap eti gibi, Parmaklarını gözlüyor gözlerim.

Dostun, Tuana Melike.

Sevgili Melike,

Şimdi gözlerini kapat. Gecelerinin soğuk olduğu bilinen bir şehirde yaşayan bir insan düşün kendini hep yaşadığı şehirle özdeşleştiren. İsyankar yapısı, kendi yaşıtlarının aksine basık kalmış kişiliğinin hamurunda, daha çok sevecen, duyarlı, ayrıntıya düşkün garip bir çocukmuş. İnsanın aslında yaradılıştan yanlız olduğunu düşünür, ama genelde insansız yapamazmış. Dinleyip görünüp dinlemeseler de, insanlar anlamasalar da onu, yine de kendini anlatmak istermiş. Doğuşuna özlem yaşayan bu kardeşimiz, doğuşuna dönmeye çalışıyormuş. Daha çok uyku, daha az anlatmak, ama daha çok konuşmak. Kaçmış insanlardan bir süre, vurgun yemek istercesine dalmış kendi içine… Öyle bir dalmış ki, aşınan sadece jiletler olmuş onun intahar denemelerinde. Inanç yüreğinden uzaklaşalı, kalbi imanın ateşi önünde ellerini ovuşturmayalıok olsa da, ağacn bir yaprağına, rüzgarın sesine, belki dezamanın sessizliğine aşık olup hayata dönmesi gerektiğini keşfetmiş. İzah edebildim sanırım. Açabilirsin gözlerini, nasılolsa anladın sen benim kimden bahsettiğimi. Söyle şimdi, kaç zaman oldu o bir ağaca tırmanmaktan korkmayalı, ne zamandır insanların görüşlerine göre biçimlendiriyor kendini.

Nedeni bellidir davranışlardaki değişikliklerin, incelemek lazım onun düşünüşlerini anlamak için. Hani böyle parmakların oynar düşünürken karşındakinin görüşlerini. Boynunu hafif yana eğersin, o anda ağzından çıkacaklardan korkarım işte. Sen bana beni anlatmazsın, sen bana kendini anlatırsın. Söyle, kaç zaman oldu kendini bana anlatmayalı?

Bazı günler insan soluksuz kalır bilirsin, içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır… O olmadığını bile bile sonsuz umutsuzlukla sarılır… Yine soluksuz kaldığımı kendimden bile sakladığım bir geceydi o gün. Geceydi diyorum çünkü aydınlığı ben göremedim, sen gördün mü? Kaybolmuşluğa öylesine yakındım ki, öylesine uzaklaşmıştım kendimden, kendimi bulmak için birine ihtiyaç duymuştum. O kişinin nerede, ne şekilde ve ne düşündüğü hiç önemli değildi. Nasıl olsa kaybolmuş insanlar birbirini çabucak buluyor nasıl olsa.

Ama nedense hoşuna gider sebepsiz ayrılan sevgililerin, ayrıldıktan sonra konuşmak veya karşıdakine birşeyler anlatmaya çalışmak. Bilmediğimiz birçok şeyden bir tanesinin üzerini çizdim bu gün, kazançlıyım değil mi? Nefret ettiğim şeyin “son” olduğunu seninle ilk tanıştığımız gün anlatmıştım hatırlarsın. Düşündüm de onlar olmadan, bir başlangıç olamıyor. Yeni bir defter alma imkanımız yok ne yazık ki, keşke olsa değil mi? Öyle olsa her gün bir defter değiştirirdim sanırım, sonra da kırtasiyeci amca beni müsrifliğim yüzünden ayıplar belki de cezalandırırdı beni. Oysa bilse artık korkmadığımı ölümden birisini üzmekten korktuğum kadar cezalandıramazdı beni hiç bir şekilde.

Düşünsene! ‘SEN’i senden alıp ‘O’ yapacak. Ne kadar ilgini çeker değil mi? O mükemmel, o ne yapsa beğeniliyor, o yaratıcı, o başarılı o sevecen, o şanslı her konuda, o’nun en azından bir yari var, hiç olmazsa o’nun derdi yok benim kadar. Oysa o hatasız değil Tanrı kadar, o yanlızken beğenilmez - ki bu durumda şeklin önemi kalır mı gözünde-, o yaratamaz Tanrı kadar, o ne kadar sevse de sevemez Tanrı kadar, her şeyi başarsın yaşamanın özünü Tanrı kadar tadamadığı sürece neye yarar ki? Şans mı? Şans mı? Şans sadece zorlayananın yanındadır, ki seni zorlasalar sen de esneme sınırına kadar dirensen de sonrasında zorlayanın yanına geçeceksindir. Bu ‘SEN’i senden alıp ‘O’ yapan insana kim aşık olmaz ki? Ben diyeceğini zannetmemcanım arkadaşım, çünkü seninle olmadığını olmayı istemek konusunda yarışılmaz sanırım. Aradığımız nedir diye sormayacağım sonra her sorumun cevabı neden sorusuna taşınıyor. Oysa ben onu beni değiştirdiği için değil, kendi özgürlüğüm gibi seviyordum.

Yalanlardan bıkmıştım hayatımın bir döneminde, şimdi ise sıfatlardan bıktım. Bir beynin şekillendirilmesi sıfatlar sayesinde oluyor sanrım. Oysa bir davranışın sıfatı o davranış henüz yapılmadan koyulamaz, çünkü sonu her an değişebilir. Yanıldığım bir yer var sanırım, çünkü bir davranışın sonu değil de sonucu değişebilir her an. İster sonu ister sonucu değişsin davranışın sıfatı değişcecektir. Eğer davranıştan önce davranışa sıfat koyamıyorsan, davranıştan sonra koymanın bir etiketten farkı nedir ki? Oysa etikete bile karşıydık seninle bir zamanlar. Mükemmeliğin güzelliği havuzuna ayaklarımızı sallandırmış, birbirimize hayallerimizi anlatıyorduk. Oysa anlatmasaydın hayallerini, çalmasaydın parmaklarımın arasından hayallerimi, kurmasaydık zayıf temmeller üzerine legolar gibi o hayalleri, kırılmazdı belki be. Kırılmazdı, ne dersin? Ama sadece ayna kırıldığında değerini kaybeder, ki onunda değeri benim kadar, olsa olsa senin kadardır. Kaybetmekten korkmazdım, birazcık parlaklığı olmasaydı gözlerimin gözlerine bakmadan derdimi aldığın düne kadar.

Gözlerim parmaklarını gözler, Yaz artık kalbinden geçenleri.

Dostun, Mehmet Ali Abbasoğlu

Tanrıya Soru

Kul : Bize doğrulardan ve yanlışlardan bahsediyorsun. Oysa sadece yanlışları bilsek doğru yolu bulmak daha kolay olmaz mı ?

Yanılıyorsun!

Insan tarla değildir. En verimli anı için onu hasata bırakamazsın.

Bir yalımdan at, kocaman bir at...

Vay ocağın bata.Hiç böylesini görmedim.Sıyrıldı gitti. Göz açıp kapayıncaya kadar uçtu da gitti.Vay anasını, ne de güzel, ne de uçan bir atlı kız! Yelesi uçuyordu tam kuyruğundan koptu gitti!”(s. 24)

“Ankara’nın ilk karı kirli olur, gürültülü olur. Bilinçli Ankaralı iseniz o karla oynamazsınız bile. O karın içinde meclisin ve etrafını saran iç ve dış kuvvetlerin kiri vardır. Bu yüzdendir ki meclis ara dönemde de tatil vermek ister. Bilincli Ankaralı iseniz anlattığım gibi o kara elinizi sürmezsiniz. ” dedi köprünün kenarında, ateşinin yanında, ısınmaya çalışan, kır sakallı, kirli ama ak yüzlü adam..

“Ama” diye söze başladı genç kız, ” İzmir’den geliyorum ben, orada biz pek kar görmeyiz. İlk geldiğimde sabahları yerde oluşan, adının kırağı olduğunu sonradan öğrendiğim karlarla bile oynamıştım ben.” Ellerini birbirine sürtüştürmüştü konuşurken. Üşüdüğü her halinden belliydi yavrucağızın.

“Üşüyor musun?” diye sordu yaşlı adam kar konusunu ne kadar uğraşsa anlatamayacağını anlamıştı sanki. “Evet” “Sen AŞTİ’yi gördün mü Ankara’da, yoksa hususi aracınız ile mi geldiniz?” “Araba ile geldik” Gözü ailesinde kalmıştı, sürekli etrafına bakınıyordu. “Ankara’da soğuğu tanımak istiyorsan AŞTİ’ye götürmesini iste babandan, orada anlayacaksın hayatta esas soğuğun ne olduğunu.”

Güzel giyimli çift sert adımlarla yaklaştı. Dikkat çekebilmek için elinden geleni yapmış bayan, çocuğun elini acıtırcasına kavradı ve çocuğu sürüklercesine götürmeye başladı. Baba ters ters baktı yaşlı adama, ancak alışmıştı artık gelen gidenin bu şekilde rahatsız etmek için bastırılan bakışlarına. Çocuk vedalaşamama hüznüyle boynunu arkaya çevirdi. Annesi sürüklüyordu, çocuk yaşlı adamın gözlerini yakalamak istiyordu, annesi öğüt veriyordu, çocuk meclisin duvarlarının kirlerini söküyordu.

“Gördün mü?” “Gördüm” “Üçünü de?” “Gördüm”(s. 426)

(Yaşar Kemal/Yer Demir Gök Bakır) (04.01.2006/6:58)

İnsan :

Kendini insan olarak adlandıranların hayvanlardan tek farkı düşünememeleridir. İnsanlarla hayvanlarının arasına bir sınır çekildiği gün, insanlar insa olmayo o kadar kabullendiler ki düşünmeyi hemen bıraktılar. Hatta bir kısım canlıyı neden kendilerinden ayırdıklarını bile unuttular. Daha sonradan zar zor düşünmeyi başarabilmiş bir insan, tek bir düşünce ortaya attı. ” İnsanların hayvanlardan farkı düşünebilmeleridir.” Düşünmenin ne olduğunu bile daha henüz tanımlayanmayan, düşünebilen insanlara ” fazlabunalım takılma, sıkıcı oluyorsun” diyen ve insanlaştırmaya çalışan inlanlar hayvanlardan farklı olduklarını nekadar da övünerek söylüyorlar değil mi? Oysa gözü olmayan bir canlının övünmesi ne gariptir. Eğer evrimin süreci doğru ise, sudan çıkmayan balıklardan birisi olmak isterdim. en azından, 6 saniye sürse bile düşünebilmek ve bazen gerçekleri görebilmek gerçek bir göz ile ne kadar övünç kaynağı olurdu. Ama üzülmeyin Tanrı bile insan olmadığını söylemek ve kendini övmek için birçok yazı göndermiş siz insanlara.

He Stole My Lolipop !

Bir Yudum…

Bir yudum aldım çayından. Sonra haykırdım “Bu senin çayın olmamaz, sen şekersiz içersin çayı”. Tadı tadsızlıktadır sana göre hayatın. Eğlenmek mesela sadece ekşi bir hayat parçasıdır sana göre ve değersizdir. Ekşi dediğin nedir ki, bir erkikte de bulabilirsin bir turşuda da. Dilin anlamaz ekşinin altındaki tadımsı tadı. Hele tatlandırıcılar, ah o tatlandırıcılar. Bezdirir seni. Birşeylere tad katmak içinbu kadar uğraşan insanları anlamazsın. Tad sana göre görünmeyendir. Ama şekersiz çayın tadı, senin tadın kadar hissedilmezdir.

Bir yudum aldım birandan. Tuvalet bulunmayan efkarın eğlence olduğu gecelerde biradan başka içecek gitmez tabiki. Yanında birşey olmamamalı dersin hep, gırtlağında hissetmeli insan o gıdıklayıcı asit hissini. Kafa olmak için değil, karın doyurmak için de değil sadece bira içmek için içilmelidir bira sana göre. Ve elinde bira varken bardaki yanlız erkek gibiyiz ikimiz, kaldırım taşları gibi yan yana dizilmiş.

Bir yudum aldım rakından. Bilirsin sevmem rakıyı denizden çıkan babamın iyi pişirilmişi olmadıkça. Şekerli alkollü içicek mi olur diyeceğim sana bir gün, çünkü bana göre rakı şekerli bir içecek. Seversin rakıyı ve çabuk sarhoş olursun bilirim. Severim sarhoş halini ve ayıltmaya çalışmak ok eğlenceli bilmezsin. Değer verirsin rakıya, onun mezelerine, yakından bak bir gün rakı sofrana orada bir kavun, yok yok peynir, o da olmadı balık vardır sana değer veren. Ama unutma değer senindir, kimse vermese de değerlisin.

Sadece bir yudum aldım votkandan. Kırk yılda bir içersin onun da çoğunu ben içmek istemem. Bir mektup yazacaksam “Sevgili” ile başlayan sanırım hiç bir zaman yanına votka gelemeyecek. Votkanın yanında ne gider biliyor musun? Hiç bir şey! Votka süpriz yanlızlıklarda acil sarhoş olma tekniğidir. Dengesizken dengesiziz ikimizde. Ben yanındayım, ama diğer tarafında. Sen iç votkadnı tadmak istedim sadece bir yürek dengesinde burun gıdıklayan sevginle.

Bir yudum aldım sarabından. Bir elimde hangimizi rahatsız edeceğini bilmediğim sigaram. Kitap okuyorsun sanırım, sormazsam çatlayacağım. Merağım kitaba değil gözlerine aslında. Sevmek seni bir otobüsün orta koltuğunda ve bir yudum daha. Şeker alacak olsam kendime kesin elma şekeri alırdım. Pamuk şeker de olabilir ama yakışmaz elime. Şarabın neyini seversin anlamam. Kırmızı kan olsa korkansın,vişne suyu olsa iyi gider yemeğin yanında ama şarap, ah o şarap, vah o şarap. Kırılan bir şişe edasında dökülür yere geldiğinde ağzı. Düzelmek ve paylaşmak lazım içindekileri iki dudak kadar uzak insanlarla. Ama bitmeden vazgeçmek yok, bitmeden vazgeçmek…

Çay kadar acı, bira kadar eğlenceli, rakı kadar şekerli, votka kadar sert ve senin kadar güzel olmayabilir!

“Wind” | Illustration Friday

Çizen : Elif Balce Editleyen : Mehmet Ali Abbasoğlu

“Wind” for Illustration Friday

Kedi: Hiç bir hayvanın gözlerine baktınız mı? Birşeyler anlatıyor mu, var oluşunun bir amacı var mı diye sorguladınız mı ? Oysa onlar da bizim gibi dünya hapishanesine kapatılmış canlılar, belki onlar da yüzyıllardır konuşmamaktan sıkıldılar ve bir gün başlayacaklar söyleyemeye bunca yıldır söylemek isteyip beceremedikleri şeyleri. Gözlerine baktığım her hayvan dudaklarını oynattığında heyecanlanırım. Beni ısıracak mı diye değil acaba konuşacak mı diye. Hayvanlar konuşmayı bırakalı çok oldu, onlar da Amerika Kıtasındaki ağaclar ve kızılderelilerle aynı anda sustular. Bir hayvana yiyecek verdiğiniz zaman onun gözlerine bakın, eğer iyi bir çocuk olursanız “teşekkürler” dediğini bile duyabileceksiniz.

—– & —–

Kadeh: Hiç sadece öpmek için onu, değdirdiniz mi dudaklarınızı bir kadehe? Hissediyor mu birşeyler, sadece bir çıkar için öpmek duygularını incitir mi diye sorguladınız mı?Oysa onlar da bizim gibi bir meyhane masasına sıkışmış cisimler. Belki onlar da bir fahişe gibi hissizce öpülmekten sıkılmış, artık birşeyler hissetmek istiyorlardır. Bir kadehi ne zaman elime alsam heyecanlanırım. İşte şimdi, tam şu anda, öpeceğim onu ve içmeyeceğim içindekinden. İşte o zaman, ger koyduğumda masaya dayanamayacak ayrılığımıza ve kırılıverecek. Ama yenildim hep arzularıma, içmeden bırakamadım kadehi. Eğer siz de iyi bir çocuk olup sarhoşca böyle düşünürseniz, bardak kırıldıktan sonra annenizin azarlamasından korkmazsınız.